Soğuk Savaş Döneminde İran Devrimi’nin İngiliz Okulu Perspektifinden Değerlendirilmesi ve Anlaşılması

Army Demonstration...The Iranian Islamic Republic Army demonstrates in solidarity with people in the street during the Iranian revolution. They are carrying posters of the Ayatollah Khomeini, the Iranian religious and political leader. (Photo by Keystone/Getty Images)

Bu makale Soğuk Savaş döneminde meydana gelen İran Devrimi’ni İngiliz Okulu yaklaşımının teorik kavramları ile ve bu kavramlar içerisinde Uluslararası Toplum düşüncesi içerisindeki solidarist ve plüralist bir anlayışla analiz etmeye çalışmaktadır. Bu çerçevede İngiliz Okulu’nun genel özellikleri ve temel önermeleri ve usulleri ortaya konmuş; uluslararası toplum düşüncesi irdelenerek dünya sath-ı mâilindeki gelişimi anlatılmış, ardından kavramsal olarak irdelenerek solidarist ve plüralist bakış açıları incelenmiştir. Bu bilgiler ışında İran Devrimi’nin oluşum süreci anlatılarak teorik  ve tarihsel bağlamda analiz edilmeye çalışılmıştır. Bu makalenin temel amacı, Soğuk Savaş dönemi eksenli İran devrimi’ni uluslararası toplumun solidarist ve plüralist anlayışlarıyla yorumlayarak bu dönemdeki düzen olgusunu anlamaya yönelik hem de Uluslararası İlişkileri değerlendirmeye yönelik farklı bir perspektif sunmaktır.

Giriş

Dünya Tarihinin önemli dönüm noktalarından biri olan Birinci Dünya Savaşından sonra bozulan düzenin temini için büyük devletler, ortak çıkarları göz önünde bulundurarak uluslararası hukuk ve pozitif hukuk ekseninde bir çok çalışmalar yaptı. Bu çalışmalar olumsuz netice verince Birinci Dünya Savaşının bitiminden 20 yıl sonra İkinci Dünya Savaşı patlak verdi. Dünya tarihinde o döneme kadar bu derece geniş kapsamlı bir kaybın facianın görülmediği bu savaş sonunda Dünya iki kutuplu bir hale dönüşerek Soğuk Savaş dönemine girdi. İkinci Dünya Savaşı’nın olumsuz getirileri sebebiyle Soğuk Savaş döneminde bu denli büyük küresel bir savaşa hiçbir devlet tenezzül edemedi. Bu dönemde  yaşanan sıcak çatışma diyebileceğimiz savaşlar daha bölgesel ve etkileri İkinci Dünya Savaşına göre daha yalın kaldı. Soğuk Savaşın zirvede olduğu 70’li yılların sonunda İran Devrimi gerçekleşti. Köklü tarihi geçmişe ve kendine has kültüre sahip İran’ın, devrim hareketi de daha önce meydana gelen devrim hareketlerinden tarz ve sistematik olarak oldukça farklı gerçekleşti. İran Devrimini bir o kadar farklı kılan ise iki süzeren devlet olarak niteleyebileceğimiz ABD ve SSCB’nin devrime karşı tutumudur. Bu tutumu yani bu iki gücün o dönemki İran politikalarını; İngiliz Okulu ve İngiliz Okulu’nun uluslararası ilişkiler literatürüne kattığı uluslararası toplum kavramı çerçevesinde incelenecektir.

Makalenin ilk bölümünde, İngiliz Okulu’nun temel kavramları ve özellikleri; uluslararası toplum kavramı incelenmiştir. Ardından Uluslararası toplumun oluşum süreci, evrimi ve oluşan Uluslararası devletler sistemi tartışılmıştır. Bu kısımdan sonra İran devrimi öncesi İran’ın durumu ve devrimin tarihsel süreci aktarılmış ve sonrasında devrimin altyapısı irdelenmiştir. Son kısımda genelde Uluslararası toplum perspektifi, detayda solidarist-pluralist bakış açısıyla İran Devrimi ve ABD ve SSCB’nin devrime yönelik izlediği politikalar değerlendirilmeye çalışılmıştır.

İngiliz Okulu ve Uluslararası Toplum Kavramının Gelişim Süreci

İngiliz okulu, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası ilişkiler teorisinde yerini alan  ve farklı kavram ve teorileri bir araya getirip sentezleme çabasına giren, realizm-liberalizm mücadelesini aşmaya çalışan bir fikir hareketi olarak doğdu. Aynı zamanda realizm ve liberalizmin bir sentezi olarak “Üçüncü yol” veya “via media” yani orta yol olarak kabul edilir. İngiliz okulu yönteminin doğuşu, uluslararası ilişkilere hakim olan bu dikotomiyi yani “her şey bir parçaya veya diğerine ait olmalı, hiçbir şey aynı anda iki parçaya ait olamaz” anlayışını aşma çabalarının bir ürünüdür[1].

Okulun doğuşundaki dört önemli gelişmeden ilki, London School of Economics’te Charles Manning tarafından geliştirilen uluslararası toplum kavramının merkezde olduğu yeni eğitim programı oldu. İkinci gelişme ise Martin Wight’ın uluslararası ilişkiler teorisini üçlü bir gelenek çerçevesinde incelemesidir. 1950’lerin ortalarında özellikle Hedley Bull, realizm ve liberalizm tartışmalarının uluslararası ilişkiler analizi için yeterli olmadığını ve bu nedenle uluslararası ilişkilere yeni bir yaklaşım arayışına girmesi üçüncü önemli gelişmedir. Son olarak, bu akademik faaliyetler kurumsallaşarak ocak 1959’da Herbert Butterfield İngiliz Uluslararası Siyaset Teorisi Komitesi (The British Committee on the Theory of International Politics)’ni Rockfeller Vakfı desteğiyle kurması oldu. Komitenin çalışmaları, uluslararası ilişkilerin doğasını anlamak; uluslararası arenada hakim olan  anarşi altında düzen kurma olasılığı ve durumu hakkındaki temel sorulara ve çözüm önerilerine dayanmaktadır.

İngiliz okulunun ortaya çıkmasında, uluslararası ilişkilerdeki yöntemsel problemler etkili olmuştur. Özellikle, Amerika Birleşik Devletleri’nde sosyal bilimler, davranışsalcı ve katı pozitivist yöntemle açıklamaya çalışılıyordu. Bu  yaklaşım anlayışından farklı olarak İngiliz okulu temsilcileri uluslararası ilişkilerdeki analizlerin felsefe, tarih, sosyoloji, hukuk gibi bilimlerden yararlanılarak  oluşmasını savunmuşlardır.

İngiliz Okulu uluslararası ilişkilerin “toplumsal” özelliğini vurgulamış ve devletlerarası ilişkilerde kendine has özellikleri olan ve tarihsel süreçte inşa edilmiş ve inşası devam eden bir “uluslararası toplum” oluştuğunu ifade etmektedir. İngiliz Okulu geliştirdiği bu kavramla uluslararası ilişkilerin, realistlerin iddia ettiği gibi devletlerarası ilişkilerin zorunlu olarak daima çatışmacı ve birbirleri üzerine hakimiyet kurma gayesinde olduğu iddiasına ya da tam zıt bir yaklaşım olan, liberallerin iddia ettiği uluslararası ilişkilerin uyuma ve işbirliğine dayandığı söylemleriyle açıklanmasını önlemiştir.

İngiliz okulunun temelini dört argüman oluşturmaktadır. İlk olarak Uluslararası İlişkilerin baş rollerinde egemen devletler yer alır. Uluslararası İlişkilerde devletler sistemi vardır ve bu sistem iki veya daha fazla devletin birbirleri ile temasta olup birbirlerinin kararlarına etki edebilecek düzeyde olabildikleri takdirde oluşur. İngiliz Okulu Uluslararası sistemi anarşik kabul eder. Anarşi ise ortak bir hükümetin ve üst otoritenin yoksunluğu şeklinde belirtebiliriz. Son olarak ise devletler, oluşturdukları uluslararası sistemde, mevcut ortak çıkarları ile ortak değer ve uluslararası hukuk çerçevesinde devletler arası ilişkileri düzenleyen kurum ve kuralların içerisinde oluşan bir uluslararası toplum içinde var olmaktadırlar[2].

İngiliz Okulu uluslararası ilişkilerde egemen devletlerin herhangi bir üst otoriteye bağlı olmadan bir uluslararası toplum oluşturdukları fikrini, var olan üç geleneksel fikri karşılaştırarak analiz eder. Bunlar Realizm, rasyonalizm ve devrimciliktir. İlk yaklaşım olan realizm, kökenlerini Machiavelli ve Hobbes’ta bulur. Realizm, devletler arasındaki ilişkilerin ahlak veya hukuk kurallarıyla sınırlanamayacağını ve daimi olarak çatışma hali ve savaş durumunun olduğunu belirterek bu durumu doğa hali olarak görür. İnsanların ortak bir otorite veya hükümet altında teşkilatlanmadan önce hukuki ya da ahlaki kural sınırlaması olmaması sebebiyle bir kaos durumunda oldukları varsayımına dayanır. Bu sebeple insanlar, aralarındaki kaosu sonlandırmak için bir üst otorite ihtiyacı hissetmişlerdir. Böylece bir araya gelerek devleti oluşturmuşlardır. Realizme göre Uluslararası toplum yoktur. Uluslararası anarşi var olup uluslararası hukuk, kurallar ve kurumlar kurgusaldır. Devletler için kendi çıkarları esastır. İkinci yaklaşım olan devrimcilik ise uluslararası ilişkilerin anarşik yapısı kabul etmektedir. Realizmden farklı olarak uluslararasında var olan anarşi durumunun sona erdirilmesi gerektiğini belirtir. Kantçı devrimci yaklaşıma göre uluslararası siyasette ilk olarak devletlerarası ilişkilerin yürütüldüğü görünmekle birlikte, derinine indiğimizde ise uluslararası siyaset devletleri de oluşturan insanlar arasındaki ilişkilerle ilgili olmasıdır. Kantçı geleneğe göre evrensel ahlak, insanların birlikteliği ve kaosun önlenmesi için herkesin uyması gerekir. Üçüncü gelenek olan Grotiusçu rasyonalizmde, anarşi ve kaosun uluslararası ilişkilere hâkim olduğu kabul eder ve Uluslararasında var olan ilişkiye vurgu yapar. Bull’a göre, rasyonalist yaklaşımın analizinin merkezinde egemen devletlerin meydana getirdiği uluslararası toplum  vardır. Bull, Hobbesçu realizmin uluslararası ilişkileri açıklamak için yetersiz olduğunu ve Hobbes’un yorumundan ziyade Lockeçu versiyonu seçer. Lockeçu doğa durumu anlayışında ise hukuku dikte eden bir merkezi otorite yoktur. Düzen ve adaletin sağlanması için toplumun üyeleri kendi faydasına göre hukuku değerlendirmeli ve uygulamalıdır. Wight uluslararası politika-iç politika ayrımını şu şekilde ortaya koyar: iç politikada iktidar için mücadele hukuk ve kurumlar tarafından yönetilir. Uluslararası politikada ise hukuk ve kurumlar güç mücadelesi ile yönetilir. Uluslararası ilişkilerde çatışma kadar işbirliği de mevcuttur. Grotiusçu rasyonalizme göre, uluslararası ilişkilerde egemen devletler belli ilişkiler çerçevesinde  fayda ve hedeflerden dolayı birbirleri arasında  bağın olduğunun bilincindedir. Devletlerin bu bilinci herhangi bir devletler-üstü bir otoriteye ihtiyaç duymaksızın bir toplum oluşturmalarını sağlar. Rasyonalizmde uluslararası hukuk geleneğinin bir sonucu olarak uluslararası toplum kavramı meydana gelmiştir. Bu sebeple, uluslararası toplumun içerisinde yer alan devletler belli  haklara ve sorumluluklara sahip kurumlardır ve varlıklarını devam ettirebilmek için uluslararası toplum için önem arzeden uluslararası hukuki ve ahlaki kurallara ihtiyaç duyarlar.

İngiliz Okulu’nun uluslararası toplum bağlamında önemli meselelerinden biri de uluslararası ilişkilerde düzenin sağlanma durumudur. Düzen uluslararası toplumun temel idealleri arasında ilk şartı oluşturur. Ancak uluslararası ilişkilerde var olan her sistem uluslararası toplum olarak tanımlanmaz. Bull ve Wight, uluslararası toplum ile devletler sistemi arasında farklar olduğunu belirtir. Uluslararası toplum ile devletler sistemi arasında ortak nokta ise egemen devletlerin olmasıdır. Uluslararası ilişkilerin unsuru olan devletler İngiliz Okulu teorisi içinde, en temel aktördür[3]. Uluslararası toplumda bir devletin toprak bütünü olarak, insan topluluğu üzerinde egemenlik, dış otoritelerden bağımsız bir yönetim olarak tanınması gerekmektedir. Bu açıdan devletin  kurucu bir unsur olması ve  uluslararası toplumun parçası olması açısından belirleyici bir rolü vardır.

Uluslararası toplumun oluşması için uluslararası devletler sistemine ihtiyaç vardır. Ancak her devletler sistemi yapısı, uluslararası toplumu ifade etmez. Wight’a göre devletlerarası ilişkilerin sistem oluşturması için, bir grup siyasal birimin sürekli ilişki içinde olması ve irtibat kurmaları gerekmektedir.

Devlet sistemleri içinde de uluslararası devletler sistemi ve süzeren devlet sistemi mevcuttur. Uluslararası devletler sisteminde sistem içinde egemen konumda bir kurumun yanında sistemi oluşturan diğer kurumlar da egemenliğe ve bağımsızlığa sahip olup egemenlik uluslararası sistemi yıkmadan bir birimden diğerine geçebilir. Süzeren devlet sisteminde ise sisteme hâkim olan kurum egemenliği elinde tutan tek yapıdır.

İngiliz Okulu’nun analizinde uluslararası toplum merkezi öneme sahiptir. Uluslararası toplum, devletlerden meydana gelir. Uluslararası toplumun dayanak ise uluslararası hukuktur.

Bull’un uluslararası toplum tanımında bulunan  en önemli husus ise devletlerin ortak çıkar algısıdır. Ortak çıkar uluslararası ilişkilerde düzenin kurucu unsurudur. Ortak çıkar vurgusu uluslararası toplumun devletler sisteminden ayıran temel özelliklerinden birini oluşturur[4]. Devletler birbirinden farklı siyasi hedeflere sahip olabilirler; ancak uluslararası toplumun devam etmesi noktasında birleştiklerinde ortak çıkar anlayışıyla hareket etmeleri gerekir. Bull, bunun sebebini devletlerde; sınırsız şiddet, istikrarsızlık, bağımsızlık ve egemenliklerinin tehlikeye girmesi korkusundan kaynaklanabileceğini söyler. Diğer bir kavram ise ortak değer kavramıdır. Uluslararası toplumun ortak uygarlık geçmişi ve  kültürel birikintiler ortak değerin oluşumunda etkendir.

Uluslararası toplumu, uluslararası devletler sisteminden ayıran diğer unsur da devletlerin kendilerini diğer devletlerle ilişkilerinde yalnız belirlenmiş çıkar ve değerleri paylaşma değil, belli kurallar ve değerler çerçevesinde birbirlerini bağlı görmeleridir. Bu sebeple Uluslararası toplumun devamı için devletlerin bir arada yaşama kuralına uymaları gerekir.

Üçüncü vurgu ise, devletlerin uluslararası toplumun devamına binaen uluslararası toplumu inşa eden birimlerin işleyişinde işbirliğine katılmaları gerekir.

Uluslararası Toplum: Doğuşu ve Evrimi

İnsanlık tarihinin başlangıcından günümüze kadar her zaman savaşlar, katliamlar ve bunların neticesinde kaos ve anarşi var olmuş; insanlar bu faktörleri engellemek adına bir araya gelerek sistemsel bir bütünlük oluşturma yoluna gitmişlerdir. İnsanlar bu şekilde toplumu oluşturmuş, sonrasında hiyerarşik bir yapı inşa edip tarihin erken zamanlarında ilk kez devleti kurarak anarşinin önlenmesi hususunda ilk adımlardan birini atmışlardır. Bu devletlerin temel vazifeleri ise ilk olarak hakim olduğu halkın güvenliğini, ekonominin işleyişinin teminini, devletin organlarında vazife alacak kişilerin ve halkın eğitimini, halk ile ve diğer devletlerle ilişkilerinin kurulmasını sağlamak; bu mekanizmanın organizasyon ve  denetimini kontrol ederek sistemin devamlılığını sağlayacak motivasyonun yaratılmasıdır. 1648 Westphalia anlaşmasına kadar devletler genel olarak eski kıtalar olan ve insanlığın yoğun olarak var olduğu Asya, Avrupa ve Afrika’da hüküm sürmüşler ve bu bölgelerde hakimiyet kurarak uluslararası güvenliği sağlamaya yönelik mücadele yürütmüşlerdir. Bu döneme kadar devletler, cihangir devlet ideali çerçevesinde hareket ederek anarşinin yalnız bir dünya devleti olduğu takdirde sonlanacağını düşünüp bu minvalde hareket etmişlerdir.

1648 Westphalia Barışı pek çok akademisyen tarafından milat olarak görülmüş ve dünya ve uluslararası sistem yeni bir sürece girmiştir[5]. Bu barış anlaşması ile devlet egemenliğine dayalı modern uluslararası ilişkiler ortaya çıkmıştır. Bu değişimlerin en önemli sonucu ise uluslararası devletler toplumunun ortaya çıkarılmasıdır. Devletlerin oluşması ve ardından kurumların şekillenmesi, buna ilaveten yeni kurallar bütününün uluslararası hukuka ilave edilmesiyle ayrıca geçmişten gelen ortak kültür ile birlikte modern devletler ortak çıkarlar bağlamında Avrupa bünyesinde bir uluslararası toplum oluşturmuştur.

  1. yüzyılda Avrupa’nın hammadde ve Pazar arayışı çerçevesinde farklı coğrafyalara doğru yönelmesi ile birlikte devletler toplumu genişlemeye ve Avrupa devletlerinin diğer coğrafyalarda bulunan devletler ile nitelikli temasları artmaya başlamıştır. Tabii bu dönemde evrensel belirgin bir uluslararası toplum durumundan söz edilemez. Çünkü bu dönemde diğer coğrafyalardaki devletlerde ilişkiler mütekabiliyet esasından ziyade klasik dönemde olduğu gibi daha emperyal odaklı ve dinsel temelde sürdürülmekteydi. 20. Yüzyıla geldiğimizde Avrupa merkezli devlet anlayışı ve uluslararası toplum oluşumunun başladığına ve özellikle birinci dünya savaşından sonra Uluslararası toplumun oluşumunda büyük yol katettiği görülmektedir. Birinci Dünya Savaşı’nı Uluslararası toplumun şekillenmesinde önemli bir rolü olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü tarihin o döneminde kadar dünya üzerinde bu denli evrensel bir savaşın olmadığını biliyoruz. Savaşın getirisinin de pek tabii evrensel olacağı bu anlamda aşikardır. Ayrıca savaşın sonucunda Wilson ilkeleri çerçevesinde hazırlanan anlaşmalar ve milletler cemiyeti, Uluslararası toplumun oluşumunda önemli olan ortak çıkar ve uluslararası hukuk bağlamında kapsamlı etkisi olmuştur.

Realizmin uluslararası sistem algısında olduğu gibi statik ve durağan bir uluslararası toplum anlayışını kabul etmeyen İngiliz okulu; tarihsel süreçte evrilen, genişleyen veya daralan bir organik yapıya sahip olmuştur. Uluslararası toplumun ortaya çıkmasına etkili olan unsurlar ortak çıkar anlayışı, uluslararası hukuk ve onun yükümlülüğü, devletlerin birbirleriyle irtibatında ortaya çıkan ortak kültürdür. Uluslararası toplumun oluşumunda bu pratiklerden mahrum kalması halinde uluslararası sisteme doğru gerileyebilir. Bu durum Uluslararası toplumun zamanla farklı formlara dönüşebileceğinin kanıtıdır.

Uluslararası Toplumun Türleri

İngiliz Okulunda Vattelyan (Çoğulcu) pluralist Uluslararası toplum ve Grotisyen (Dayanışmacı) solidarist Uluslararası toplum olmak üzere iki tür vardır. Aslında baktığımızda ikilikleri sevmeyen ve ikilik yerine sentezi tercih eden İngiliz Okulu için bu durum gerçekten ilginçtir. Çoğulcu Uluslararası toplum anlayışı devlet merkezci olup Devletlere belli bir özgürlük alanı tanınmakta ve onlar arasında düzenin korunması sağlanmaktadır. Herkesin uluslararası hukuk kurallarına uyması beklenir. Devletlerin mütekabiliyet esasına dayanarak birlikte yaşama isteği onları bu kurallara uymak durumdan bırakmaktadır. İçişlerine müdahale olmamasına yönelik saygının pekiştirilmesi gerektiğini savunulur.  Grotisyen (Dayanışmacı) Uluslararası toplum anlayışı çoğulcuların antitezi niteliğindedir. Uluslararası toplumun odak noktasını devlet değil birey oluşturur. Uluslararası hukuk anlayışı pozitivist değil doğal hukuka dayanır[6]. Evrensel değerlerin ve insan hakları gibi prensiplerin devlet egemenliğini sınırlayabildiği bir uluslararası toplumun olabileceğine dikkat çekmişlerdir. Uluslararası toplumda bireylerin temel hakları korunmaktadır ve eğer bireylerin temel hakları tehdit altındaysa devletlerin egemenliğine rağmen bu haklar korunmalıdır. Çoğulcular ile temel anlaşmazlıkları devletlerin haklarının mı yoksa bireylerin haklarının mı önceliği olduğu konusudur. Dayanışmacılar insan haklarına öncelik verirken, Çoğulcular devlet haklarına öncelik vermektedir. Buzan İngiliz okulunun bu derin ikilemini zıt iki  görüş  olarak değerlendirmek yerine bir düzlemin iki ucu olarak görmek gerektiğini söylemiştir[7]. Normatif kanat olan Çoğulcu ve Dayanışmacı Uluslararası toplum anlayışından farklı olarak Buzan’ın ortaya attığı yapısalcı kanatta Buzan normatif kanattaki türlerin nasıl olması gerektiği ile alakalı incelemeler yaptığını ve yapılması gerekenin ne olduğu yönünde tespitlerin yapılması gerektiğini belirtir. Normatif kanadın dünya toplumu kavramını yeterince açıklamadığını ve kuramsal kavram çöplüğü olduğunu ifade eder. Buzan bunlara çözüm olarak dünya toplumunu devlet-dışı yapıların toplamı olarak tanımlamış; üç farklı uluslararası yapıyı (uluslararası sistem, uluslararası toplum ve dünya toplumu) Uluslararası toplum ve Dünya toplumu olarak ikiye ayırmıştır. Uluslararası toplumu devletler oluşturmakta ve Dünya toplumunu bireyler ve ulus-üstü yapılar oluşturmaktadır.

İran Devrimi

Birinci Dünya Savaşından sonra dünya üzerinden birçok ülkede rejim değişikliği anlamında devrimler gerçekleşmiştir. Bu devrimlerin öncüsü olarak 1917 Çarlık Rusya’sında gerçekleşen ekim devrimini örnek gösterebiliriz. Uluslararası sistemi etkileyen bu devrimlerin oluşumu anlamında tarihi köklerini incelediğimizde bu hususun başlangıcını sanayi inkılabına getirebiliriz. Sanayi İnkılabı neticesinde fabrikaların artması, işçi sınıfının ortaya çıkması ve köyden kente göçün artmasına yol açmıştır. Bu sosyolojik değişimle işçi sınıfı tarihteki yerini alarak aslında dünya tarihinde meydana gelebilecek birçok olayın mihenk taşını oluşturmuştur. Özellikle 20. Yüzyılı kasıp kavuran kapitalizm-komünizm kavgasının temelinde işçi sınıfının durumu vardır.

Bu yüzyılda meydana gelen devrimlere genel olarak incelediğimizde ise bu devrimler ya komünizm kökenli, halkın devreye girmesiyle birlikte  devrimler meydana gelmiş veya askeri darbeler neticesinde devrimler meydana gelmiştir. İşte bu bağlamda baktığımızda İran devrimi bu devrim türlerinden farklı olarak din temelli bir şekilde bir devrim meydana gelmiştir.

İran Devriminin Arka Planı

İran devriminin daha iyi anlamak adına tarihsel sürecini incelemek gereklidir. Bu sebeple devrimin oluşum anlamındaki tohumlarının aslında 1890 yılında meydana gelen tütün isyanlarında atıldığını belirtmek gerekir. O dönemde İran’da türk kökenli Kaçar hanedanı hüküm sürmekte olup hanedan tıpkı Osmanlı gibi modernleşme hareketlerine başlamıştı. Osmanlı’nın yaptığı gibi İran da Avrupa’ya öğrenciler gönderiyordu ve Batı’dan uzmanlar getirtilip ülkenin köhnemiş yapısına batılı bir çehre kazandırma adına öneriler alınıyordu. Bu bağlamda o dönemde Nasıreddin Şah ülkeyi İngiliz ve batılı ülkelerin ucuz mallarını dahil ederek İran’da sermayeyi elinde tutan çarşı esnafı zarara uğratmaya başlamıştı. Bu işte son nokta 1890 yılında şahın ülkesindeki tütün üretimi, işlenmesi, satışı ve ihracatı haklarını, 50 yıllığına Talboot şirketine devretmesiyle İran’da seküler milliyetçi isyanlara sebep olmuştur. Yerli esnafın isyanlarına ulema da başı çekerek fetvalarla destek vermiştir. Bu olay ayrıca İran’da meşrutiyetin ortaya çıkmasına da sebep olmuştur. 1906 yılında Anayasa hazırlanmış  ve 1909 yılında meclis oluşmuştur.  1921 yılında Rus işgalini püskürten Kazak tugayı komutanı Rıza han  Kaçar hanedanlığına darbe yaparak  kendini şah seçtirmiş ve 1925 yılında Pehlevi hanedanlığı ülkeyi yönetmeye başlamıştır.  İkinci Dünya Savaşından sonra Rusya’nın İran üzerinde etkisi ile kurulan Tudeh Partisi arka planında iktidara gelen Musaddık 1951 yılında petrolü İngiliz aleyhine millileştirmesi ile şah ile Musaddık’ın arası açılmış. Sonrasında Şah Musaddık’ı görevinden alınca Musaddık görevi bırakmayı kabul etmemiş ve halk ayaklanması başlamış. Şah ülkeden kaçmıştır. Amerikan entelijansının desteği ile isyan önlenmiş ve Şah ülkesine geri dönmüştür[8].

İran devriminin fitilini hazırlayan diğer bir olay ise İran şahı Muhammed Rıza’nın toprak reformu ile Ulema sınıfına darbe vurmaya çalıştığı 1962 yılında meydana gelen Ak devrimdir.  1953 yılında sol grupların gücünü yitirmesiyle din adamı sınıfı epey güç elde etmişti. Bu anlamda şah bu durumu kendisi için bir tehdit unsuru olarak görmesiyle birlikte ulemanın elinden toprakları alıp halka vermeyi düşünmüş. Böylece din adamı sınıfının gücünü kırmayı hedeflemiştir. Şah ulema sınıfından çok sert tepki almış. Ülkede çatışmalar çıkmış ve din adamı sınıfından önemli şahsiyetler (bilhassa Humeyni) sıyrılarak 1979 devriminin öncüleri olmuşlardır[9].

İran’ın Jeo-stratejik Önemi ve Çift Sütun Politikası

Avrasya’nın  önemli güçlerinden biri olarak öne çıkan İran, coğrafya olarak Ortadoğu, Orta Asya ve Hindistan üçgeninde yer alır. Köklü medeniyet geçmişi, güçlü devlet geleneği, zengin kültürü, geniş ve dağlık coğrafyası ve doğal kaynaklar açısından zenginliği ile bilinmektedir[10].

İran’ın yer aldığı coğrafya tarihin erken dönemlerinden itibaren önemini korumuş ve günümüzde de önemini muhafaza etmeye devam etmektedir. Persler, Sasaniler, Büyük Selçuklular, Safeviler bu coğrafya üzerinde kurulmuş ve bu devletler hüküm sürdükleri dönemde devirlerinin en güçlü devletlerinden hatta süper-güçlerinden olmuşlardır. Antik dönemden Westphalia Barışına kadar dünya ticaretinin en önemli iki kanalı İpek ve Baharat yolunun da bu coğrafyadan geçmesi sebebiyle tarih boyunca devletler İran bölgesine hakim olmak için mücadeleler vermişlerdir.

Sanayi inkılabı sonrasında artan hammadde ihtiyacı sebebiyle Ortadoğu’da petrol faktörü İran’da ve Körfez bölgesinde 17. yüzyıldan itibaren Batılı güçlerin mücadele sahası haline geldi. Bu mücadeleler neticesinde İngiltere galip geldi. İngiltere bu bölgede uzun süre hüküm sürdü.

Soğuk Savaş döneminde ABD’nin Ortadoğu ve körfez politikasında İranı ne kadar çok önemsediklerini anlamamız için ABD’nin bu bölgede uyguladığı “Çift Sütun” politikasından söz etmemiz gerekir.

İki dünya savaşında da başı çeken İngiltere, savaşın getirdiği ağır maliyetler sonucunda Ortadoğu ve Körfez bölgesindeki gücü azalmaya başladı.  Bu sebeple Rusya, kadim sıcak denizlere inme politikası gereği körfez bölgesiyle ilgilenmeye başladı. İran’da Komünist ve Marksist hareketler etkinliğini arttırdı. Nitekim 1941 yılında Tudeh Partisi kuruldu ve faaliyetlerine başladı.

İkinci dünya savaşından sonra İngiltere bu bölgeden ayrılmak zorunda kalmasıyla ABD Ortadoğu ve körfez bölgesinde boşluğu doldurmaya başladı. Soğuk savaş döneminde var olan İki kutuplu dünya düzeni sebebiyle ABD bu bölgede SSCB ile mücadeleye girişti.  SSCB’nin Ortadoğu ve körfezde batı etkisini kırmak için başlattığı çalışmalara karşılık ABD Çift sütun politikası hamlesini gerçekleştirmek için çalışmalara başladı. ABD Çift sütun politikasını İran ve Suudi Arabistan üzerinden tatbik etmeyi planladı.

ABD’nin körfez politikası kapsamında iki ülke üzerinden gerçekleştirdiği Çift Sütun politikasında İran’ı bölgenin polis gücü olarak kullanmak istiyordu. Nüfusu ve ekonomik gücü bakımından İran bu politikada Suudi Arabistan’a nazaran bir adım öne çıkıyordu. İran bu politikanın güvenlik ayağını, Suudi Arabistan ise İslam dünyasına etkisi itibariyle istikrar boyutunu sağlama görevini üstlenmişti[11].

İran’ın o dönemde Suudi Arabistan’dan daha gelişmiş bir ülke olması nedeniyle çifte sütun politikasında denge olmayacağı anlaşılıyordu. İran Şahı Rıza Pehlevi körfezde İngiltere’den kalan boşluğu doldurmak istiyordu. O dönemde ayrıca gerçekleşen ve 6 gün savaşı olarak bilinen Arap-İsrail savaşında Arap milliyetçilerde ABD karşıtı ve SSCB yanlısı bir politika oluşması sebebiyle ABD bölgenin istikrarı için batı yanlısı bir devlete ihtiyaç duydu. Bu yönde ise kartını İran’dan yana kullandı.

Şah Muhammed Rıza Pehlevi iktidarını güçlendirip Beyaz Devrimde Marksist, Milliyetçi ve Muhafazakâr kesimi tasfiye edip Batı’da eğitim görmüş gençleri tasfiye edilen kesimin yerine yerleştirdi. Şah Ortadoğu’da ve körfezde hakimiyet sağlamak için ABD’nin desteğini arıyordu. O dönemde İran’ın Petrol gelirlerindeki artış; İran ekonomisinin yükselmesine ve İran’ın kendini bölgesel bir güç olarak görmesine yol açtı.

Irak’ta 1968 yılında Baas rejimi darbe gerçekleştirdi. Baas rejimi bölgede Arap milliyetçiliğini körüklemek için yüzünü SSCB’ye döndü. Böylece bölgede ABD destekli İran ve SSCB destekli Irak yerini alarak Ortadoğu ve Körfezde bölgesel bir soğuk savaş ortamı oluştu. 1969 yılında Irak- İran arasında Şatt’ül Arap sorunu tekrar gündeme gelmesi ile İran ABD desteğini daha da fazla hissetti. ABD bölgeye doğrudan müdahale yerine Şah ve Suudi Arabistan rejimlerine destek vererek bölgede SSCB ve Irak tehdidini düşük düzeye indirmeyi amaçlıyordu. ABD özellikle körfez bölgesinde bir çatışmanın olmasını da istemiyordu. ABD bölgede istikrarın sağlanması adına doğrudan müdahale yerine bölge ülkelerin yerel yönetimlerine destekte bulunacağını ifade etti. İran ve Suudi Arabistan’ın silahlı kuvvetleri bölgede istikrarın sağlanması adına ABD tarafından modernize edilecekti. Bu destek Çift sütun politikasının temelini oluşturdu.

İran İngilizlerden sonra Körfez bölgesinde bölge dışında bir gücün hakimiyet kurmasını istemiyordu ve o dönem İran başbakanı Emir Abbas Hudeyda İran’ın körfez politikası ile ilgili yaptığı açıklamalarda İran’ın bölgede yegane tek güç olma isteğini ve bölge ile ilgili bir meselede İran’ın izni olmaksızın herhangi bir politika yürütülemeyeceğini açıkça belirtiyordu.

ABD’nin politikası çifte sütun olarak belirtilse de Suudi Arabistan İran’ın gerisinde kalmıştı. İran o dönemin en gelişmiş silahlarını ABD’den satın almaya başladı. İran 1970’li yılların başında ABD’den yıllık 750 milyon dolara silah alımı gerçekleştiriyordu. ABD 1973-1978 yılları arasında toplam silah satışının üçte birini İran’a yaptı[12]. Suudi Arabistan ise 1970’lerde İran’ın oldukça gerisinde kalmıştı. Suudi Arabistan’a yapılan destekler İran’a oranla oldukça azdı. Çifte Sütun politikasının diğer önemli aktörü olan Suudi Arabistan ciddi ilerleme kat etmemişti. İran’ın silahlanma sebeplerinde biri de Irak’ın SSCB ile teması ve İsrail aleyhtarı söylemleri ile Arap devletlerini etrafına toplayarak bölgede bir tehdit oluşturmasıydı. İran Çifte Sütun politikasında ABD için önemliydi. Ortadoğu’da Arap ülkelerinin İsrail ve ABD karşıtı politikaları sebebiyle ABD İran’a göz kırpıyordu. Nitekim İran da Ortadoğu ve körfez bölgesinde jandarma rolünü üstlenebilecek bir ülke konumundaydı. Suudi Arabistan da İran’a ihtiyaç duyuyordu. Komşusu Yemende çıkan iç  karışıklıklar Suudi Arabistan’ı tehdit etmekte ve Mısır Yemendeki karışıklıkları destek olarak daha da alevlendirmesi sebebiyle Suudi Arabistan İranla işbirliğine hazırdı.

ABD Suudi Arabistan’ın da kapasitesini Çifte sütun politikası kapsamında artırmak istiyordu. Suudi Arabistan buna dayanarak o dönemin modern silahlarını sipariş vermişti. ABD’nin Suudi Arabistan’a yönelik silah ihracına İsrail karşı çıktı. İsrail kendisine yönelik tehdit olarak gördüğü Arap ülkelerine bu desteklerin yapılmasını istemiyordu. ABD Suudi Arabistan’a Çift sütun politikası gereği silah desteğine devam edeceğini belirtti.

1973 Yom Kippur savaşında ABD’nin İsrail’e destek vermesiyle beraber çoğunluğu Arap ülkelerinden oluşan Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC) petrol ambargosuna başladı. Bu Ambargo kampanyasına uymayan İran Petrol gelirlerini daha da artırdı.  1973-1978 yıllarında İran ABD’den 19 milyar dolar silah alımı gerçekleştirerek gelirlerini silahlanmaya ayırdı. İran devrimine değin ABD İran ile Çift sütun politikasını sürdürdü. Devrimden sonra Çift sütun politikası, devrimci rejimin Antiamerikancı politikası sebebiyle sonlandı.

Kitlesel Seferberlik ve Devrim

Devrime önderlik eden Humeyni’den bahsedecek olursak 1902 yılında İran’ın Humeyn kentinde doğmuş varlıklı bir ailenin çocuğuydu. Küçük yaşta babası öldürüldü. 15-16’lı yaşlarında annesi de ölünce kimsesiz kaldı. Arak şehrinde eğitim aldıktan sonra Kum şehrine yerleşti. Şah Muhammed Rıza Pehlevi’ye karşı açık tutumu ile öne çıktı. Zamanla Şii mollalar arasında hiyerarşik olarak üst kademelere tırmandı. Ak devrimden sonra ülke içinde ülke yönetimi aleyhine ara ara isyanlar devam etmiş ve bu dönemde Humeyni vaazlarında şah yönetimi aleyhine konuşması ve etkili olması sebebiyle şah rejimi hapse mahkum etti[13]. İran ulemasından Ayetullah-el uzma Shariatmadari Humeyni’nin idam edilmemesi için onu “Ayetullah” makamına çıkardı. Bu makama yükselen din adamları masum kabul edildiği ve dokunulmazlık hakkı aldıkları için idam cezası ve başka bir ceza alamazlardı. Bu sebeple şah rejimi Humeyni’yi sürgüne gönderdi. Humeyni bir süre İstanbul’da oradan da Bursa’da ikamet etti. Ardından Irak’a geçmesiyle Irakta rejim aleyhtarı çalışmalarına devam etti. Saddam Hüseyin’in Humeyni’yi sınır dışı etmesiyle Humeyni Fransa’ya geçti. Burada Humeyni’nin rejim aleyhtarı vaazları teyiplerde kaydedilerek İran’ın birçok yerine dağıtıldı. Bu kayıtlarda Humeyni açıkça Ulemayı, Çarşı esnafını ve  öğrencileri Şah aleyhine karşı tavır almaları gerektiğini söylüyordu. Rejime bağlı istihbarat örgütü olan SAVAK birimi de rejim aleyhtarlarına karşı acımasız işkencelerle sindirimeye çalışıyordu. Ayrıca 1973 yılındaki petrol krizi sebebiyle petrol fiyatları artmış ve İran bu durumdan ciddi  karlar elde etmişti. İran bu kalkınmadaki payının büyük bir kısmını da SAVAK birimine aktarmaktaydı.  Rejim aleyhtarı bir diğer grup ise Marksist ve sosyal demokrat olan solculardı. SAVAK solcu gruplara da ciddi baskılarda bulunuyordu. Köylü ve köyden kente göçen işçi sınıfının büyük bir çoğunluğu geleneklere bağlı olması sebebiyle din adamlarına yani mollalara desteği sebebiyle devrimin öncülüğünde ulema sınıfı başı çekmiş. Solcular ve diğer liberal gruplar da Ulema sınıfına yardım etmişlerdir.  1979 yılında devrim hareketleri hızlanmaya başlandı ve marksizim ve sol görüşlerden etkilenen üniversite gençler, özellikle hava kuvvetlerinde bulunan iyi eğitim almış sol görüşlü subaylar ve ordu mensupları rejim karşıtı protestolara başladı. Tahran’da üniversiteler eğitime ara vermek zorunda kaldı. Hava kuvvetlerinde ve işçi sınıfının büyük çaplı grev yapması da şah rejimini sarstı. Şah protestocular memnun etmek adına çalışmalar yaptıysa da başarılı olamadı. Şah ve iktidar partisinin dine karşı olması iddiasıyla mollalar halkı galeyana getirmeye çalışıyordu. Rejim köylerde ulemanın etkisini kırmak için modern eğitime önem veriyordu. 1970’lerde Amerika desteğiyle petrol gelirlerini artırdı. Solcular bu gelirin büyük bir kısmının silahlanma için, mollalar ise bu gelirin din büyük çoğunluğunun din aleyhine kullandığını savunuyordu. İki grupta bu manada birbirlerini desteklemekteydi. Nihayetinde iş çığırından çıktı. Şah devlet töreniyle Kahire’ye gitti. Yaklaşık 15 gün sonra Humeyni Fransa’dan Tahrana indi. Şubat başından Şubat ortasına kadar şaha bağlı Şapur Bahtiyar hükümeti resmi olarak devam etmiş[14]. Humeyniye bağlı Mehdi Bazergan hükümet kurarak rejim hükümetine hakim olmaya çalışmış ve sonunda Bahtiyar istifa ederek Fransa’ya kaçmış. 1991 yılında İslam Cumhuriyeti istihbaratı tarafından suikaste uğramış ve ölmüştür. Milyonlarca protestocunun faal olduğu İran devriminde en az üç bin kişi hayatını kaybetti. On iki bin kişi yaralandı.

Devrim hem İran hem dünya tarihi bakımından bir çok ilkleri içinde barındırmaktadır. Devrimde din sınıfının öncülük etmesi bunlardan biridir. İdeolojisi din ve geleneğe dayanan devrim bu anlamda geleneksel olup, örgütlenme ve propaganda teknikleriyle o dönem için modern bir harekettir. Uzun süre bir silahlı mücadele olmaması ve bir örgüt tarafından organize edilmemesi bağlamında da önemlidir. Nitekim halk hareketi ile devrimin gerçekleştiği aşikardır.

Rehine Krizi

İran İslam Devrimi liberaller, komünistler, ılımlı İslamcılar, radikal gruplar olmak üzere birçok grubun desteğiyle ulema sınıfının önderliğinde gerçekleşti. Humeyni başa geçtikten sonra şah rejimine ait ne var ne yoksa hepsini silmeye karar verdi. Tüm antlaşma ve hükümler yok sayıldı. Özellikle Humeyni ABD’nin İran üzerindeki etkisini kırmak için çalışmalara başladı. ABD Humeyni’nin bu davranışlarını Ortadoğu’da en önemli müttefiki olan İsrail için büyük bir tehdit olarak görmeye ve bu sebeple Ortadoğu ile ilgili stratejilerini yeniden planlamaya yöneldi. Devrim arefesinde ülkesinde Mısıra kaçan devrik Şah Rıza Pehlevi Pankreas kanseri olduğu için tedavi amaçlı ABD’ye gitti. Devrim sonrasında Şah’ın idam fermanını veren Devrimci rejim ABD’den iadesini talep etti. Bu esnada tarihin en uzun soluklu rehine vakası meydana geldi ve bir grup öğrenci Şah’ın ABD tarafından iade edilmeme durumunu protesto ederek ABD büyükelçiliğini bastı. 52 kişilik elçilik çalışanlarını rehin alıp 444 gün sürecek rehine krizini başlattı[15]. Öğrenciler Şah’ın İran’a iadesini ve Devrim sonrasında ABD’de dondurulan  İran’ın malvarlıklarının iadesini talep ediyorlardı. ABD rehineleri kurtarmak için Tebes çölü üzerinden operasyon başlattı. ABD helikopterinin arıza yapması ve kum fırtınası sebebiyle iki uçağın çarpışması sonucu  oluşan kaza sebebiyle ABD’nin yaşadığı kayıp operasyonun başarısız olmasına sebep oldu. Bu sebepten dolayı o dönem ABD ordusu dünya genelinde ağır itibar kaybına uğradı. Humeyni Tebes çölü operasyonu olayını, islam tarihinde fil vakası üzerinden yorumlayarak operasyonun başarısız olmasında Allah’ın yardımının olduğunu belirterek İran devrimin ilahi güçlerin desteğini aldığı yönünde devrimin meşruiyetini sağlamak istemiştir. Rehine krizi devrim sonrası İran’a ekonomik bağlamda pahalıya mal oldu. ABD önderliğinde Avrupa ülkeleri İran’a ekonomik yaptırım uyguladı. ABD İran’ın ülkesinde mevcut dondurulmuş malvarlıklarını iade edeceğini bildirmesinin ardından rehine krizi sona erdi. Bu kriz sebebiyle ABD başkanı Jimmy Carter 1981 seçimlerini kaybetti.

İran bu devrimden sonra bambaşka bir çehreye bürünmüştür. Şii mezhebine dayalı bir anayasa ve yönetim oluşturulmuş ve “Rejimi İhraç” politikası yürütülerek kamu diplomasisinde  İran’ın yeni tarzı bölge ülkelerini de etkilemiştir. İran’ın ABD’ye karşı sert söylemleri ve İsraile karşı olumsuz tutumu sebebiyle bölgesel bir tehdit unsuruna dönüşmüştür. Şii propaganda ile bölge ülkelerde bulunan şii nüfusa hakim olmak istemiş ve bu potansiyeli kendi lehine kullanmayı hedeflemiştir. Nitekim devrimden hemen sonra İran-Irak savaşı meydana gelmiş ve Ortadoğuda yepyeni krizlerin önü açılmıştır. Devrimin Türkiye’ye etkisine bakacak olursak sağ-sol kavgalarının yoğun olduğu bir dönemde muhafazakar kesime fikir olarak etki etmiş. Bu anlamda devrim Türkiye’deki Laikliğe bir tehdit olarak görülmüştür[16]. 1990’ların sonlarına doğru Güneydoğu bölgesinde Hizbullah gibi terör unsurlarına İran destek vermiş ve Türkiye’deki şii-alevi unsurların güçlenmesine sebep olmuştur.

İngiliz Okulu Plüralizm-Solidarizm Bağlamında İran Devrimine Bakış

Uluslararası İlişkilere yepyeni bir yorum getiren İngiliz Okulu gözlüğü ile İran Devrimine baktığımızda ilk olarak tarihsel süreçte uluslararası sistemin ve Uluslararası toplumun oluşumu, ardından uluslararası toplum yönüyle İran’a ve İran devrimine bakmamız gerekir. 1648 Westphalia Barışı ile Avrupa’da modern devlet oluşumu başlamış ve Uluslararası devletler sistemi şekillenmeye başlamıştı. 1789 yılında meydana gelen Fransız Devrimi ile ulus-devlet sürecinin hızlanması ve sanayi inkılabı ile birlikte artan üretim neticesinde hammadde ve pazar arayışı; Avrupalı devletlerin dünyaya yayılmasına ve diğer coğrafyalarda var olan devletlerle temas kurmasını sağlamıştır. Birinci Dünya Savaşı öncesinde uluslararası devletler sistemi oturmaya başlamıştı. Bu döneme değin Doğuda önemli devletlerden olan Osmanlı dış politikada devletlerle ilişkilerini din çerçevesinde yönetirken bu tarzını değiştirmiş ve mütekabiliyet esasına dayalı bir şekilde dış politikasını evriltmişti. O dönemde diğer bir önemli devlet olan İran da Osmanlı’dan etkilenmiş ve batı ile ilişkiler kurmaya başlamıştı. İran da Osmanlı gibi pek tabii Avrupa merkezli uluslararası devletler sistemine dahil olmak istiyordu.

Birinci Dünya Savaşından sonra dünya genelinde düzenin sağlanması amacıyla Uluslararası sistem Uluslararası topluma doğru evrildiğini görüyoruz. Çünkü bu denli alemşumul bir savaşın dünyaya verdiği zarar ve anarşinin oluşması sebebiyle devletler ortak çıkarların muhafazası, yeni bir uluslararası hukukun temini için bir çok çalışmalar yapmışlardır. Wilson ve onun ilkeleri öncülüğünde kurulan Milletler Cemiyeti buna örnek verilebilir. İngiliz okulunda Uluslararası toplum türlerinden biri olan Plüralist anlayışla Birinci Dünya Savaşında mağlup devletlerle yapılan anlaşmaları incelediğimizde aslında zahirde düzenin sağlanması esas alınmış gibi gözükse de batıni bir boyuttan yani işin perde arkasında devletlerin iç işlerine müdahale etmeme ilkesine aykırı anlaşmaların olduğu ve bu yönden bakarak mağlup devletlerin iç işlerine karışmak; ordusuna, maliyesine, egemenliğine kısıtlama getirmek anarşinin oluşmasına yönelik pimin çekilmesi suretiyle müdahale söz konusudur. Nitekim tabiri yerindeyse pimin çekilmesiyle patlayan bomba ile İkinci Dünya Savaşı olmuş ve kurulan yeni düzen tarumar olmuştu. İkinci Dünya Savaşı sebebiyle dünya genelinde oluşan zayiat, Birinci Dünya Savaşı’na kıyasla çok daha fazlaydı.

İkinci Dünya Savaşından sonra Avrupalı devletler savaşın etkisiyle ekonomik olarak yıprandılar. Bu sebeple sahneye ABD ve SSCB girdi. İkinci Dünya Savaşın ardından başlayan soğuk savaşla birlikte çift kutuplu dünya düzeninin baş aktörü onlardı. Bu dönem uluslararası Toplum yapısına baktığımızda “ortak çıkar” yönüyle ABD ve SSCB kurdukları süzeren bir yapılanma ile kendi kutuplarındaki devletlere askeri ve ekonomik yardımlar yaptı. Türkiye açısından bakarsak Marshall yardımları buna örnek verilebilir. ABD önderliğinde Kuzey Atlantik Paktı örgütü NATO ve SSCB önderliğinde Varşova Paktı askeri yönde bu kutuplardaki ülkelerin güvenliğini oluşturdu. Birleşmiş Milletler kurulması ve demokrasi ve İnsan hakları söylemlerinin tohumları atılmaya başlamasıyla pozitif hukuk ve uluslararası hukuk gelişim göstermiştir. Ortak kültür’ün Uluslararası toplumda sağlanması açısından ise sert güç ve çatışma ile hakimiyetin sağlanamayacağı Birinci ve İkinci Dünya Savaşı ile anlaşılmasıyla beraber yumuşak güç unsurları devreye girmiş ve ABD’ özellikle Hollywood sinema sektörünü kullanarak; SSCB ise komünizm fikir akımıyla yumuşak güç unsurlarını kullanarak savaş  vermişlerdir.  Böylece soğuk savaş döneminde Uluslararası toplumun oluşumunu görmekteyiz.

Soğuk Savaşın ilk sıcak çatışması ise Kore Savaşı ile başladı. Kore Asya-pasifik bölgesinde bulunan ve o dönem okuma yazma oranı düşük fakir bir ülkeydi. Kolera salgını ise ülke insanının belini bükmüştü. Bir dönem Çin etkisinde olan Kore sonrasında Japonya’nın hegemonyasında bulunmuş. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD ve SSCB arasında bu bölge Japonya’nın yenilmesi sebebiyle anlaşmazlığın oluştuğu bir bölge olarak kalmıştı. Çin ve SSCB’nin Kuzey Kore üzerinden Kore bölgesini işgal etmesiyle BM bu bölgeye müdahale kararı aldı.  ABD ve BM bu kararını Uluslararası toplum anlayışının solidarist  bakış açısıyla verdiği aşikardır. Çünkü düzenin sağlanması için plüralist anlayıştan farklı olarak solidarist anlayış müdahaleyi meşru görür ve adaletin varlığını da bu düzenin sağlanmasında öncelemektedir. Soğuk savaş döneminin ikinci sıcak çatışması olan Vietnam savaşı ise ABD’nin bölgenin komünistleşip çevre ülkelere sıçrama tehlikesine dayanarak savaşa dahil olmuş ve çok ciddi kayıplar vererek ABD halkı nezdinde savaş karşıtlığı, dünya kamuoyunda ise Antiamerikancı bir izlenime sebep olmuştur. ABD müdahale kararını İngiliz Okulu çerçevesinde tekrar baktığımızda solidarist bir anlayışla belirlediğini görmekteyiz.

Son olarak İran Devrimine geldiğimizde ise İran Soğuk savaşın tırmandığı 1970’lerde ABD’nin Ortadoğu’daki en önemli ortağıydı. ABD İran petrollerinde ciddi kârı ve ortaklığı vardı. ABD Ortadoğu ve Körfez bölgesinde istikrarı sağlamak adına yürüttüğü Çift Sütun politikasını yoğun olarak İran üzerinden oluşturuyordu. 1973 yılındaki petrol krizinde ABD ve Avrupa Birliği ülkeleriyle yakınlığı sebebiyle İran Batı ülkelerine petrol ihraç ederek önemli gelirler elde etmişti. Burada dikkat çekmemiz gereken husus şudur ki ABD, soğuk savaş döneminde Ortadoğu gibi kritik bir bölgede en önemli ortağı olup Ortadoğu politikalarını bu ülke üzerinden kurarken İran rejiminin değişmesine, İran’a ABD aleyhtarı  bir  şeriat rejiminin gelmesine göz yummuştur. Bu tespit ile ilgili çeşitli yorumlar yapabiliriz. ABD’nin bu kararı vermesinin sebepleri arasında ilk olarak şunu diyebiliriz: Şah Rıza Pehlevi Pankreas kanseriydi. Bu makalenin yazıldığı 2020’nin son aylarında dahi kanser tedavisinde tıp yeteri kadarıyla gelişmemişken 1970’lerde kanser hastalığına bakış açımızı bu minvalde değerlendirmek daha uygun olacaktır. Veliaht prens 20’li yaşlardaydı. ABD aklı Şah’ın ölüp prensin devletin başına geçmesi halinde yeterli dirayeti sağlayamayacağını düşünmüş. Bu sebeple Şahın ölümüyle oluşabilecek otorite boşluğunu  komünistlerin yerine ulemanın bu boşluğu doldurmasına, devrime öncülük etmesine ABD entelijansı doğrudan destek vermese bile engel olmaya çalışmamış olabilir. Burada Soğuk savaş döneminde iki büyük güç olan ABD ve SSCB’nin İran devrimi sırasındaki durumuna İngiliz Okulu yönünden değerlendirdiğimizde iki ülke de pluralist bir bakış açısıyla bakarak İran’ın içişlerine doğrudan müdahale etmediğini görmekteyiz. Bu iki büyük gücün Kore ve Vietnamda solidarist yaklaşımla bulunmalarını ve İran devriminde plüralist yaklaşımda bulunmalarının sebebi de İran’da uzun soluklu bir silahlı mücadelenin olmayışıdır. İran devrimi örgütlenme olmaksızın halk yığınlarının protestoları ile bir çok siyasi düşünceye sahip grupların öncülüğünde olmuştur. Ulemanın devrime öncülük etmesi sebebiyle eli kalem tutanların devrim hadisesinde silah tutmaları da pek alışkın olduğumuz bir olay değildir. Sonuç olarak İran’da devrimin profesyonel bir örgüt tarafından organize edilmemesi sebebiyle ABD ve SSCB doğrudan müdahale etmekten çekinmiştir. Ayrıca ABD yönünden baktığımızda Vietnam savaşında yaşadığı hezimet ve halkın savaşa karşı olmuşuz bakışı, Dünya üzerinde ortaya çıkan Antiamerikancı düşünce, İran’a müdahale durumunu etkilemiştir. Rehine Krizi’ne baktığımızda ABD Tebes çölü operasyonu ile rehineleri kurtarmayı hedeflemiş ama bu operasyonda başarısız olmuştur.  Büyük çaplı kapsamlı bir operasyon olmayan Tebes çölü harekatında ABD hedef olarak rehinelerin kurtarmayı seçmiş. Bu krizi kullanıp solidarist bir anlayışla aslında “düzen”i bozduğu düşünülen Devrim rejimine yönelik bir müdahale de düşünmemiştir. ABD’nin bu müdahaleyi yapmamasında sebep olarak kısaca şah rejimine alternatif bir grubun olmaması, Kore ve Vietnam savaşının olumsuz getirileri, devrim esnasında uzun soluklu silahlı mücadelelerin yaşanmaması yani müdahaleyi gerektirecek ortamın oluşmaması sayılabilir. İran devrimi kendine has özelliği burada ortaya çıkmakta ki soğuk savaşın iki süzeren devletinin anlayışını da değiştirmiş. O döneme kadar ABD ve SSCB solidarist bakış açısıyla hareket ederken İran devrimi ile   plüralist anlayışa dönmüşlerdir.

Sonuç

Uluslararası İlişkiler teorileri içerisinde nevi şahsına münhasır diyebileceğimiz ve bu alan içerisinde önemi pek anlaşılamamış bir teori olan İngiliz Okulu bağlamında yine aynı şekilde dünya tarihinde daha önce görülmemiş ve nevi şahsına münhasır bir vaka olan İran devrimini incelemek bu çalışmanın önemini bir kez daha ortaya koymaktadır.

İlk olarak çalışmada İngiliz okulunun genel teorik özellikleri anlatılmış ve ardından İngiliz Okulunun Uluslararası ilişkiler teorisine kattığı önemli bir kavram olan Uluslararası toplum kavramı irdelenmiştir. Bu bilgilendirmeler ışığında tarihsel süreçte Uluslararası toplumun oluşum evreleri anlatılarak İran’ın Uluslararası sisteme dahili, uluslararası topluma adapte olması ve tarihsel süreçte devrimin nasıl filizlendiği meselesi tartışılmıştır.

Soğuk Savaşın başladığı dönemden İran devrimine kadar olan süreçte yaşanan sıcak çatışmalarda süzeren güç olan ABD ve SSCB; uluslararası toplumda düzenin sağlanması için solidarist anlayışla yaklaşırken İran devriminde iki ülke de plüralist bir anlayışla yaklaşarak önceki politikalarından farklı bir politika seyretmişlerdir. İki devletin  önceki uluslararası toplum anlayışından   farklı bir anlayışla hareket etmesinde esas gayelerinin pek tabii olarak Uluslararası ilişkilerde sağlanan düzenin bozulmamasıdır. ABD ve SSCB mevcut düzenin işleyişini korumak adına zaman, zemin ve şahıslara göre değerlendirerek politikalarına yön vermektedir.  Nitekim bu devletler ortak çıkarlar noktasında yine kendi çıkarlarına bağlı olarak rejim değişikliği kendi aleyhlerine de olsa uzun vadede Uluslararası toplumda düzenin sağlanması için ehveni şer olanı kabul ettikleri görülmektedir.

Uluslararası İlişkilerde bulunan bir çok anaakım teoriler kullanılarak vaka analizleri yapılmaktadır. Bu analizlerin, bilimsel çalışmaların olduğu kaynaklar oldukça fazladır. Ne yazık ki İngiliz Okulu teorisi kapsamında yapılmış vaka analizleri kapsamındaki bilimsel çalışmalar yeterli değildir. Bilim insanları Uluslararası ilişkileri daha iyi analiz etmek ve bu disipline katkıda bulunmak adına içinde bir çok materyal barındıran ve kendine özgü yöntemleri olan İngiliz Okulu teorisini kullanmalıdır. Bu minvalde, çalışmamızın Uluslararası İlişkileri daha iyi anlamak ve açıklamak adına araştırmalar yapan bilim insanlarına öncülük edeceği kanaatindeyim.

Kaynakça

Ağkaya, O. (2016). İNGİLİZ OKULU VE ULUSLARARASI TOPLUM DÜŞÜNCESİ. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 1059 – 1089.

Arı, T. (2013). Uluslararası İlişkiler Teorileri. Bursa: Mkm Yayıncılık.

ARPALIER, S. (2018). İNGİLİZ OKULU VE ULUSLARARASI TOPLUM TEORİSİ BAĞLAMINDA ULUSLARARASI İLİŞKİLERİN ANALİZİ. Uludağ Journal of Economy and Society / B.U.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 243-261.

Çağlar, M. T. (2016). İNGİLİZ OKULU YAKLAŞIMI AÇISINDAN KORUMA SORUMLUĞU KAVRAMI VE PLÜRALİZM-SOLİDARİZM TARTIŞMASI. 1-20.

Devlen, B., & Özdamar, Ö. (2010). Uluslararası İlişkilerde İngiliz Okulu Kuramı: Kökenleri, Kavramları ve Tartışmaları. Uluslararası İlişkiler, 7(25), 43-68.

Duman, Ç. (2020). Uluslararası İlişkiler Teorileri. https://www.researchgate.net/publication/339145782 adresinden alındı

Elhan, N. (2016). İran Devrimi’nin Türkiye’de Yansımaları: “İrancılık” ve “İrancı” İslamcılık. Türkiye Ortadoğu Çalışmaları Dergisi, 3(2), 28-57

Gözen, R. (2019). Uluslararası İlişkiler Teorileri. İstanbul: İletişim Yayınları.

Kartal, F. (tarih yok). İran İslam Devrimi: Aykırı Bir Devrimin Arka Planı. Türkiye ve Ortadoğu Amme İdare Enstitüsü, 161-182.

Mammadov, H. (2017). ABD’nin Suudi Arabistan-İran İşbirliğine Dayalı Körfez’de Güvenlik Politikası: “Çifte Sütun”. Türkiye Ortadoğu Çalışmaları Dergisi, 4(2), 169-196.

Mehmet ŞAHİN, S. S. (2020). İran Dış Politikasında Kamu Diplomasisinin Kullanımı. Ortadoğu Etütleri, 154-180.

Merve Suna, Ö. Ö. (2019). Westphalian Devletler Sistemi ve Modernleşmenin Geleneksel Dünyanın Büyük Güçleri Olan İmparatorluklara Etkisi. 49-62.

ONAT, H. (2013). İRAN İSLAM DEVRİMİ VE ŞİÎLİK. e-makâlât Mezhep Araştırmaları, 223-256.

SÖZGEN, H. (2016). İran’da Toprak Reformu ve Sonuçları. 1-11.

Şeyşane, V. (2013). İki Savaş Arası Dönemde Uluslararası Toplum ve Çatışma: İngiliz Okulu Perspektifinden mançurya Krizini Anlamak. Barış Araştırmaları ve Çatışma Çözümleri Dergisi, 16-31.

[1] Volkan Şeyşane, “İki Savaş Arası Dönemde Uluslararası Toplum ve Çatışma: İngiliz Okulu Perspektifinden Mançurya Krizini Anlamak”, BARIŞ ARAŞTIRMALARI VE ÇATIŞMA ÇÖZÜMLERİ DERGİSİ, 2013, s. 18)

[2]Devlen, Balkan ve Özdamar,Özgür, “Uluslararası İlişkilerde İngiliz Okulu Kuramı: Kökenleri, Kavramları ve Tartışmaları”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 7, Sayı 25 (Bahar 2010), s. 48.

[3]Seçkin ARPALIER, “İNGİLİZ OKULU VE ULUSLARARASI TOPLUM TEORİSİ BAĞLAMINDA ULUSLARARASI İLİŞKİLERİN ANALİZİ”, Uludağ Journal of Economy and Society / B.U.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt 37, Sayı 1, 2018, s. 247

[4] Onur Ağkaya, “İngiliz Okulu ve Uluslararası Toplum Düşüncesi”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 71, No. 4, 2016, s. 1085

[5] Merve Suna, Özel Özcan, Westphalian Devletler Sistemi ve Modernleşmenin Geleneksel Dünyanın Büyük Güçleri Olan İmparatorluklara Etkisi, 2019, s. 54

[6]    Çağdaş Duman, Uluslararası İlişkiler Teorileri, 2020 s. 10,

[7] Ramazan Gözen, Uluslararası İlişkiler Teorileri, İstanbul, İletişim Yayınları, 2019, s. 248

[8]   Filiz Kartal,   “İRAN İSLÂM DEVRİMİ: AYKIRI BİR DEVRİMİN ARKA PLANI”, Türkiye ve Ortadoğu Amme İdare Enstitüsü,  s. 166

[9]     Huccetullah Sözgen, “İran’da Toprak Reformu ve Sonuçları”, 2016, s .3

[10]  M. Şahin ve S. SEYEDI ASL, “İran Dış Politikasında Kamu Diplomasisinin Kullanımı”, Ortadoğu Etütleri, cilt 12, no 1, 2020, s. 173

[11] Hafiz Mammadov, “ABD’nin Suudi Arabistan-İran İşbirliğine Dayalı Körfez’de Güvenlik Politikası: ‘Çifte Sütun’ Politikası”, Türkiye Ortadoğu Çalışmaları Dergisi, Cilt 4, Sayı  2, 2017, s. 184

[12] Ibid., s. 183

[13] Hasan Onat, “İRAN İSLAM DEVRİMİ VE ŞİÎLİK” e-makâlât Mezhep Araştırmaları, Cilt 6, Sayı 2, 2013, s. 228

[14] Filiz Kartal, “İRAN İSLÂM DEVRİMİ: AYKIRI BİR DEVRİMİN ARKA PLANI”, Türkiye ve Ortadoğu Amme İdare Enstitüsü, s. 175

[15] Hasan Onat, “İRAN İSLAM DEVRİMİ VE ŞİÎLİK” e-makâlât Mezhep Araştırmaları, Cilt 6, Sayı 2, 2013, s. 235

[16] Nail Elhan, “İran Devrimi’nin Türkiye’de Yansımaları: ‘İrancılık’ ve ‘İrancı’ İslamcılık”, Türkiye Ortadoğu Çalışmaları Dergisi, Cilt 3 Sayı 2, s.52