OSMANLI’DA İLK MODERNLEŞME HAREKETLERİ

Osmanlıda ilk modernleşme hareketleri Üçüncü Selim döneminden itibaren başlamıştır. Başlarda Osmanlı devleti modernleşmeyi ‘siyasal bir reçete’ olarak görmüştür. Osmanlı modernleşmesinde amaç; aydınlanma, Sanayi Devrimi ve kentleşme sonrası oluşan yeni dünya düzeninde var olabilmektir. Avrupa ile yaptığı savaşlardan mağlup ayrılan Osmanlı ilk reformlarını ordu üzerinde gerçekleştirmiştir. Bu modernleşme süreci merkezden tabana olduğundan halka sirayeti geç olmuş ve tedrici biçimde gerçekleşmiştir.  Bu dönemde reform yapanlar Avrupa’nın üstün olduğuna ve Osmanlı ülkesine Avrupa medeniyetin transfer edilmesine inanan kişilerdir. Fakat medeniyetin sadece teknik teçhizatla sınırlı olmadığını, medeniyeti asıl oluşturan faktörün temelindeki zihin yapısı olduğunu ve medeniyetin bir dünya görüşü olmadan ele alınamayacağı gözden kaçırılmıştır. Osmanlı aydını burada teknik yönden üstün olup ele alınması gereken Avrupa ile sömürgeci Avrupa arasında kalacak bu da Osmanlı aydınında zihin bulanıklıklarına sebep olacaktır.

Giriş

Modernleşme geleneksel toplumdan modern topluma geçiş sürecine verilen isimdir. Gelenek öteden beri yapılagelen şey anlamına gelir. Konu bağlamında ele alırsak geçmişten günümüze aktarılan, eski olandır. Kendisinden uzaklaşılmaya çalışılan her şey bu eski olan kategorisinde değerlendirilmiş ve ‘geleneksellik’ olarak nitelendirilmiştir. Buna göre, bilgisizlikten kilise egemenliğine, dini toleranssızlıktan mevcut sosyal hiyerarşiye, servet dağılımındaki eşitsizlikten eskiye ait olan kurumlara kadar her şey ‘geleneksel’ olanın kapsamına dâhil edilmiştir.[1]Modern olan ise geleneğin zıddıdır. Onun karşısında yer alır. Modern ‘modus’ kökünden türemiştir. Yeni anlamına gelir. Modern toplum akıl dışı tüm otoritelerden sıyrılmış, özgürleşmiş toplumudur. Deneye ve gözleme sıkı sıkıya bağlı olan modern toplum gözlemleyip deneyimleyemediğini reddeder. Geleneği korumak isteyenlerin en önemli dayanağı dindir. Çünkü din de eskiye aittir. Din modernleşmenin önündeki en büyük engeldir.  Seçkinlere göre ilerlemenin son durağı Avrupa idi. Bunlar misyonerlerin aşıladıkları görüşü benimsediler. İslam yapısı gereği ilerlemeye karşıydı.[2] Modernleşme ile kararlar dine değil akla dayanılarak verilirdi.

17. Yüzyılda aydınlanma ile birlikte Batı dünyasındaki gelişmeler teolojik tartışmaları tetikler. Aydınlanma düşüncesinde başat sorun otoritenin tanrısal kaynaklı mı yoksa insan kaynaklı mı olacağıdır. Aydınlanmacıların deneyi ve bireyi merkeze alan anlayışı burada Tanrı fikrine yer açmaz. Belli unsurların birleşmesiyle belli sonuçların meydana geleceğini kabul eden aydınlanmacılara göre Tanrının bu sistemde herhangi bir etkisi yoktur. Deneyin temel bilgi yolu haline gelmesiyle deneyimleyemediğimiz şeyler araştırma konusu olmaz dolayısıyla bunlardan uzak durmak gerekir. Tanrı da bu deneyimleyemediğimiz şeylerden birisidir. İnsan bilgiyi kendisi ürettiğinden merkeze kendini koyar burada artık Tanrıya gerek yoktur. Tanrının otoritesinin yerini insan almıştır. Bütün yeterliliğin insana verilmesi merkezi Tanrıdan insana doğru saptırır. İnsanın hayatına yön verecek ilkelerin yalnız insanın yapısında olduğunu düşünmek Tanrıtanımaz düşüncenin sonucudur. Hayata ve evrene anlamın Allah tarafından verilmiş olduğunu anlamamakta ‘ben’ in yabancılaşmasına yol açar.[3]

Modernlik Batıda aydınlanma, kapitalizm, Sanayi Devrimi ve kentleşme neticesinde ortaya çıkmıştır. Türk aydını ise Batıdaki modernliğin sebeplerini kendi reformunda bir sonuç olarak beklemiştir.

1.1. Osmanlı Modernleşmesi

1.1.1. ‘Yabancı’ ile İlk Karşılaşma: 1789 Napolyon’un Mısırı İşgali

1798 yılında Napolyon komutasındaki Fransız ordularının Osmanlı yönetimi altındaki Mısırı işgal etmesi Osmanlı-Avrupa ilişkilerinde bir kırılma noktası olmuştur. Avrupa ile İslam dünyası arasında duvarı delen ve Müslümanların düşünce ve davranışlarını etkileyen bir harekettir. Bundan önceki reform, rönesans, aydınlanma gibi hareketler İslam dünyasında hiç yankı uyandırmamıştır.[4] .Her ne kadar Osmanlı ordusu bu savaşı İngitere’nin yardımlarıyla ve İrad-ı Cedid ordusuyla kazanmış olsa da bu işgal Osmanlı zihin dünyasında bir tramvaya yol açmıştır. Osmanlıların her manada örnek aldıkları ve iyi diplomatik ilişkiler geliştirdiği Fransa; Osmanlı topraklarını, halifenin ülkesi ve Haremi Şerif’inde bulunduğu mısırı işgal etmiştir. Osmanlıların Avrupa ülkelerinden almakta bir beis görmediği bilgiler işgalle gelmiştir. Bu Osmanlının daha önce karşılaşmadığı yeni bir düşmandır. Bu düşmana karşı nasıl tepki verilmesi gerektiği ise Osmanlı aydın ve bürokratlarının zihnini modernleşme süreci boyunca hep işgal etmiş kimi zamanda bulanıklaştırmıştır. Avrupai bilginin Osmanlılarla ilk teması işgal yoluyla olacağından bu Osmanlılarda gelen yeni bilgiye karşı bir tereddüte yol açmıştır. Zira Osmanlılar bu tereddütlerinde pek de haksız sayılmazlar.  Nitekim 17. Yüzyıllarda başlayan Avrupalı emperyalist hareketler ilerleyen zamanlarda bunu haklı çıkaracaktı. Avrupalılar daha sonraları geleneği, dili, dini,  tüm mefhumları, Beyaz adamın yükü* olarak addedip bunları gerekirse kanlı bir çatışmaya varacak olan medenileştirmeye-Batılılaştırmaya çalışacaklardı. İbn-i Haldun’un Mukaddesimesi’nde de bahsettiği üzere medeniyet sınıflaşmayı ve insanın insanı sömürmesini öngörecekti. Bir taraftan maddi medeniyeti temsil eden öbür tarafta sömürgeciliği temsil eden Avrupa Müslüman zihinleri ikiye böldü.[5]

Modernite Batı için geleneksel inanç ve kuramların terkidir. Batılı olmayan toplumları ise sistemin dışına itmiştir. Osmanlı modernlik anlayışı, Osmanlı merkezi anlayışının yeniden düzenlenmesi ile başlar. Temelde modernleşme yöneten yönetilen ilişkilerinin değişimidir. Osmanlı modernleşmesi merkezden çevreye, tavandan tabana gerçekleştiği için modernleşmenin halka sirayeti çok geç olmuştur. Osmanlı aydınları ‘halka rağmen halk için’ bir modernleşme anlayışı benimsemişlerdir. Osmanlıyı diğer modernleşen devletlerden ayıran en önemli özelliği onun geçmişte yaşadığı bir ‘Altın Çağı’, ‘Şanlı Geçmişi’ olmasıdır. Geçmişte yaşanılan başarılar onu diğer devletler modernleşmelerinden ayırmıştır. Özellikle Batı karşısında güçsüz kaldığını kavramaya başladığı 18. Yüzyılda sürekli olarak geçmiş dönemlere atıf, o altın çağa geri dönme isteği vardır.

1.1.2. Reform Hareketlerinin Başlangıcı

Üçüncü Selim döneminde geleneksel uygulamanın sonuç vermediğini savaşlardaki mağlubiyetlerinde acı bir şekilde tecrübe eden Osmanlı devleti yeni bir şeyler yapmanın vakti geldiğini biliyordu. Devlet reform yapmak gerektiğinin farkındaydı ama bu reformlar için gerekli zihin/iş gücü Osmanlı ülkesinde bulunmuyordu. Yetişmiş insana ihtiyaç vardı. Reformları gerçekleştirmek için yeni bir bürokrasiye ihtiyaç vardı fakat bu bürokrasinin Osmanlı ülkesinde yetişmesi için gerekli olan eğitim sisteminden yoksunluk Osmanlı devlet adamlarını Avrupa’da eğitim görmeye itmiştir. Burada eğitim görüp ülkelerine dönen gençler yeni reformlara öncülük ettiler. Daha sonraki dönemlerde yeni bürokrasi sınıfının bu aydın zümreden oluşmuş olması Osmanlıda memur-aydın kesimini doğurur. Bu aşamada Avrupa’da daimi elçiliklerin kurulması önemlidir. Fransa da kurulan bu elçilikler dönemin Osmanlı Fransa arası iyi ilişkilerinden dolayı kurulmuştur. 19. yüzyıl boyunca Osmanlının Batıya açılan penceresi Fransa olur. Süreç içerisinde Avrupa’da eğitim gören Müslüman öğrenciler ülkelerine yeni fikirler ve bulanık zihinlerle döndüler. Yaşadıkları kültür şokunu atlatmadan Avrupa’nın büyük bedeller ödeyerek formüle ettiği fikirleri kendi üzerine transfer etmeye çalışırken bocaladılar. Çünkü büyük sentezler yapmak için entelektüel donanımları yoktu. Bu yüzden Avrupa fikri mitleşti ve cennet olarak görüldü.[6]

1815 sonrası Avrupa’da kurulan siyasal devletler içine dâhil olmak için yönetici-yönetilen ilişkilerinin değişmesi gerekiyordu. Yeniçeriler de lağvedilince bu ilişkilerin değişmesine muhalefet edecek olan da yok oldu. Osmanlıda yeniçeri ordusunun lağvedilmesiyle beraber reformların önü açıldı. Sonra her yeni kurum kendini kuran değerlere sıkı sıkıya bağlı kaldı. Osmanlı ve Türkiye toplumunda reformların ordudan başlaması sebebiyle ilk Batılılaşma hareketlerinin orduda görülmesi orduyu Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinde kendini var kılan bu sebeplere sıkı sıkıya bağladı.

Tanzimat döneminde modernizm ile Osmanlı ülkesine gelen kavramlar sosyolojik boyutu bir kenara bırakılarak ‘siyasi bir reçete’ şeklinde alınır. 1839 tarihli Tanzimat Fermanında padişah İkinci Mahmut bütün Osmanlı tebaası kanun önünde eşit sayılır diyerek devletin tüm dinlere eşit mesafede olduğunu ve artık devlet nazarında Müslüman, gayrimüslim farkı gözetilmediğini ortaya koymuştur. Osmanlı yapıtaşlarından olan millet sisteminde değişiklikler zamanla millet-devlet uyumunun bozulmasına, Osmanlıda çeşitli düşüncelerin doğmasına kapı aralamıştır.

Osmanlıda modernleşme milliyetçi hareketler kaygısıyla gerçekleşir. Bu kaygıda Avrupalı devletlerin baskılarını sona erdirmek kaçınılmaz olarak yer tutar.

Tanzimat döneminde eski müesseselerin devamında yenilerinin kurulmasıyla ikilikler meydana gelmiştir. Eski olup varlığını sürdüren medreselerin yanı sıra yeni mekteplerin açılması eğitim alanında eklektizm meydana getirmiştir. Modern anlayışlara uygun düşünecek bürokratlara ihtiyaç vardır. Bu bürokratları yeni mektepler yetiştirdiğinden eski müesseseler olan medreseler önemini yitirmiş ve bunlara olan talep azalmıştır. Artık medreseye gitmekle istihdam edilmek çok zorlaşıyor, bu kurumların cezbediciliği ortadan kalkıyordu. Medresede eğitim görenler mektepliler gibi pozitif ilimler öğrenmek istiyordu. Yeni eğitim sisteminin önü açılmakla beraber eskilerinin de varlığını sürdürmesi toplumdaki tedrici modernleşmeyi göz önüne serer. Tanzimat Döneminde devlet kadrolarına diplomat yetiştirmek için kurulan 3 kademeli eğitim sistemi günümüzde halen devam etmektedir. Günümüz eğitim sisteminin temellerinin Tanzimatta atıldığını görürüz.

Bu dönemde iktibas edilmesi gerektiğini düşündükleri Batı Medeniyetini üstün gördüklerinden bu medeniyete benzemek ve ondan yararlanmak gerekirdi. İdarecilere göre üstün olan Avrupa devletiydi ve Osmanlı devleti de kalkınmak istiyorsa Batı medeniyetine benzemeliydi. Bu benzeşmeyi Namık Kemal gibi Batının tekniğini alıp öze bağlı kalmak olarak yorumlayanlar varken Abdullah Cevdet gibi Batı Medeniyetini bir bütün olarak görüp dikeniyle gülüyle iktibas etmek gerektiğini düşünen bazı aşırı uçlar da bulunmaktaydı.

Burada Namık Kemal zihnindeki bu soruya cevap aramak üzere düşünsel yazılar yazmış bu yazılarda dönemin aydınları üzerinde oldukça etkili olmuştur. Namık kemalin bu sorusunun cevabı daha sonraki yıllarda da anlaşılacağı üzere müspet değildir. Her medeniyet bir kitaba dayanır.[7] Batının tekniğini alıp kültürünü almamak hayalden ibarettir çünkü medeniyetler kendilerini oluşturan zihin altyapısı ile var olagelmiştir. Zira medeniyet temelinde bir dünya görüşünü barındırır, sadece bilim teknoloji transferi demek değildir. Medeniyet transferi medeniyeti oluşturan zihin çarklarının monte edilmesidir.

1.1.3 Modernliğin Siyasal Düşünceye Yansıması: Yeni Osmanlılar

Siyasal düşünce bağlamında ilk ciddi oluşum Yeni Osmanlılardır. Yeni Osmanlıcılık kendine özgü bir ideolojisi olan bir oluşum değildir. Bu muhalif grubun genel ismi, kuşak ismidir. Bu grubu yapılandıran Mustafa Fazıl Paşa’nın görüşleridir. Yeni Osmanlıcılık hareketleri bu grubun içindeki çekirdek kadrodan okunur. Jön Türkler İkinci Abdülhamit’in panislamcı politikasına tepki olarak din adamlarını devlet yönetiminden uzaklaştırdılar. Eğitim ve yargıyı dinin etkisinden kurtardılar fakat İslamı bozmaya ve saf dışı bırakmaya çalışmadılar.[8]O dönemde Türk milliyetçiliğindeki laiklik anlayışı devleti güçlendirmek adına din kurumunu çeşitli yönetsel ve yargısal işlevlerinden yoksun bırakmak şeklinde vücut buldu.[9]

Yeni Osmanlıların içinde en üretken isim olarak Namık Kemali görebiliriz. Hareket onun zihin şeması etrafında şekillenmiştir. Bu grup kendilerini toplumun sesi olarak addediyor ve kendilerine toplumda temel oluşturacakları bir zemin bulmaya çalışıyorlardı. Seslerini duyurmak için gazeteler çıkardılar. Bu dönemde çıkan gazetelerde olağan üstü bir artış olduğunu görürüz. Gazetelerde halk adına sözcülük yapılır ama halk ile aydın arasında bir ilişki yoktur. Osmanlı aydını halktan kopuktur. Aydın geri kalmış bir toplumun modernleştirilmesi gerçeği ile yüzleşen yapıda ortaya çıkmıştır. Batıdaki aydın tipi gibi ruhani otorite ile girilen mücadelenin ürünü değildir. Yeni Osmanlılar eski zihin bagajlarıyla yeni dünyayı anlamlandırmaya çalışmışlardır. Yeni Osmanlıların düşüncelerini bazı müellifler toplumsal sözleşme anlayışına benzetmiştir. Avrupa’da devletin vatandaşla ilişkisi toplumsal sözleşme ile belirlenmiştir. Yeni Osmanlılarda tıplı onlar gibi iktidarı yok etmek istemezler iktidar kendi sınırlarının dışına çıkmadıkça meşrudur. Fakat bu sınırın dışına çıkılırsa halkın naipliğiyle başta olan hükümdar lağvedilebilir.

Yeni Osmanlılar, düşüncelerini Milliyetçilik-Osmanlıcılık etrafında şekillendirmişlerdi.  Milliyetçilere karşı olan güçler en yüksek dinsel makamlardan destek alıyorlardı. Bu durum milliyetçi hareket içinde din adamlarının politik güç sahibi olmalarına karşı çıkan unsurların ve laik eğitimin kaynağı oldu.[10] Laikleşme ile İslam’ın kamudaki etkisi sınırlandı. İslam yok edilmedi, İslam’ın toplumsal hayattaki izdüşümleri silindi. Eric Jan Zücrcher’inde bahsettiği gibi ‘Halkın Osmanlıcılık İslamcılık çerçevesindeki kimliğinde İslamcılık silinerek yerine Türkçülük fikri yerleştirilmeye çalışıldı. Burada laiklikle milliyetçilik beraber yürütülmüştür. Ulusal bir kimlik oluşturulmaya çalışılmış, İslam’ın Orta Doğu’ya uzanan köklerinin yerine kimlik inşası için Türklerin Orta Asya’ya uzanan köklerine tutunulmuştur.’ Laikliğin yerleştirilmesi amacıyla ibadet ve dini eğitim özgürlükleri kısıtlandı. Bunlar Türk toplumunun tarihsel dinsel kimliğiyle çatıştı. Türk halkına yabancılaşma olarak aksetti.[11]Daryush Shayegan Yaralı Bilinç isimli kitabında yabancılaşan toplumları şöyle anlatır.’Temel kavramlar geldikleri medeniyetin ruhunu taşıyorlardı. Bu kavramlar bizim dünyamızda bulunmayan başka gerçeklikleri açtılar, başka toplumsal ilişkilere zemin hazırladılar. İşte bu yeni gerçekliklerin ortaya çıkmasıyla bunlarla geçmiş atadan kalma eğilimler arasında gerilimler bilinçte çatlamalara yol açtı. Bu çatlama evresinde bir ‘ben’ farz edelim bu ben ilkin uğradığı radikal değişim ile bir yandan da bağlı bulunduğu nostalji karşısında kendisini cendereye sıkışmış yabancılaşmış hissedecektir. Karşılaştığı yeni fikirleri tanımlamak için kafasında henüz bunlara uygun terimler bulamamış, bu kavramlardan yararlandığı kadar da bunlara maruz kalmıştır.’

Sonuç

Osmanlı Devleti’nde 18. Yüzyılın sonlarından itibaren ordu ile başlayan modernleşme bugün hala tartışma konusu olmaktadır. Modernleşmenin Batılı devletlerin öncülük ettiği yeni dünya düzenine ayak uydurmak için gerekli olduğu ve bu gerçeğin göz ardı edilemeyeceğini bir kenara bırakırsak bu modernleşmenin nasıl gerçekleşeceği konusunda Osmanlı Aydınları arasında bazı düşünce ve yöntem farklılıkları vardır.

Osmanlı Aydınlarının düşüncelerine genel bir çerçeveden bakacak olursak kendilerinden üstün olan Batı Medeniyetinin tekniğini alıp kendi kültürel değerlerimize sahip çıkmak gerektiğini söylerler. Peki bunun gerçekten mümkün olup olmadığı diğer bir deyişle Batı Medeniyetinin kendi kültüründen ayrı ele alınıp alınamayacağı aydınların kafasını bulandıran temel soru olmuştur. Türkiye’nin bu eski Batılılaşma hareketleri konusunda tarihin verdiği hüküm, her defasında yetersiz ölçülerle yetinildiği ve çok geç kalındığıdır. Bu asgari dozdaki batılılaşma politikası başarısız kalmaya mahkumdur ve nitekim başarısızlığa uğrama sebebi ise şudur: bir uygarlık bir hayat tarzı onu oluşturan tüm ögeleri ile bir bütündür. Eski Türk ıslahatçıları bu gerçekten habersizdiler.[12]

Kaynakça

Berkes, N.(2021). Türkiyede Çağdaşlaşma.(Yirmi Birinci Baskı). İstanbul: YKY.

Kalın, İ.(2020). Ben, Ötesi ve Öteki.( Yirmi Üçüncü Baskı). İstanbul: İnsan Yayınları.

Karpat, K.H.(2020). Türk Siyasi Tarihi.(On İkinci Baskı). İstanbul: Timaş Yayınları.

Kaya, Y.(1999). Modernleşme. Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 0(13), 447-454.

Meriç, C.(2008). Bu Ülke.(Otuzuncu Baskı). İstanbul: İletişim Yayınları.

Özel, İ.(2020).Üç Zor Mesele(On Dördüncü Baskı). İstanbul: TİYO.

Shayegan, D.(1991).Yaralı bilinç: Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni. (H. Bayrı, Çev.) İstanbul: Timaş Yayınları.

Şallı, A.(2017). Modernlik, Gelenek ve Din ilişkisi: Bir Modernleşme Kuramı Eleştirisi. Kırıkkale İslami İlimler Fakültesi Dergisi,(KİİFAD), 2(4), 55-82.

Zürcher, E. J.(2021). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi.(Y. Saner, Çev.) İstanbul: İletişim Yayınları.

 

[1]Edward Shils, “Gelenek”, İnsan Bilimlerine Prolegomena, (der. ve çev.) Hüsamettin Arslan, Paradigma Yay., İstanbul, 2002, s. 150 .

[2]Kemal Karpat, Türk Siyasi Tarihi, Timaş, İstanbul, 2020, s. 39.

[3]İsmet Özel, Üç Zor Mesele, TİYO, İstanbul, 2020

[4] Yaralı Bilinç, Daryush Shayegan, Metis, İstanbul, 1991,s. 28.

[5]İbrahim Kalın, Ben, Öteki ve Ötesi, İnsan, İstanbul, 2020 s. 370.

[6] Kalın, s. 370.

[7] Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim, İstanbul, 2005, s. 108.

[8] Kemal Karpat, Türk Siyasi Tarihi, Timaş, İstanbul, 2021, s.38.

[9]S.J. Shaw ve E. Shaw, history of the Ottoman Empire and Modern Turkey, Cilt 2

[10] Karpat, s.28.

[11] Karpat, s.312.

[12] Arnold Toynbee, The World and the West, 1952, s. v.