Malûm olduğu üzere toplumsal ve ulusal hayatın yanında uluslararası sistemi ve buna bağlı olarak dış politikayı da derinden etkileyen hesapta olmayan bir periyottan geçiyoruz. Daha önce uluslararası ilişkiler ve dış politika disiplinlerini bu derece etkileyen köklü değişim ya da dönüşümler ya bir savaş, ya bir imparatorluğun ya da çokuluslu bir cumhuriyetin çökmesi ertesinde yaşanmıştır. Yine savaş gibi temeli şiddete dayanan terörizm, çatışma ve kriz niteliğinde olan ve etkisi küresel ölçekte olan olaylar da uluslararası politikayı dönüştürücü rol oynamıştır. 1. ve 2. Dünya Savaşı, 1989’da Berlin Duvarının yıkılmasıyla başlayan süreç sonucunda Sosyalist Sovyetler Cumhuriyeti Birliği’nin (SSCB) dağılması ve iki kutuplu dünya düzeninin tek kutupluluğa evirilmesi ve 11 Eylül 2001’de Amerika Birleşik Devletleri’ndeki (ABD) “İkiz Kuleler” olarak adlandırılan Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan terörist saldırılar gibi dünya çapında etkileri bulunan gelişmeler bunlara bir örmektir.[i]
Anılan olaylar neticeleri itibariyle neredeyse bütün devletleri etkileyen radikal sonuçlar doğurmuş, neticede dünya ya bir kamplaşmaya gitmiş, ya küresel sistem yeni bir çehre kazanmaya başlamış, ya da beliren olay veya kriz devletleri ve ulusları tek-tip tepkiler vermeye zorlamıştır.[ii] Ancak ne var ki sağlık konusu ve bir salgın hastalık günümüze dek uluslararası sistemi etkileyecek bir sorun olarak daha önce hiç belirmemiş ve küresel sistemi değişime uğratacak kadar güçlü bir biçimde hissedilmemiştir. Bu nedenle Covid-19 pandemisi 2. Dünya Savaşının ardından, Soğuk Savaşın bitimi ve 11 Eylül terör saldırılarını dahi gölgede bırakacak, en büyük global kriz olarak isimlendirilmektedir. Tabii bunun yanında Dünya Sağlık Örgütünce (WHO) küresel salgın (pandemi) ilan edilen Covid-19, özellikle uluslararası sistemde küresel bir liderlik sorununun varlığını da tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir.[iii]
Küresel salgın öncesinde var olan ABD-Çin merkezli ticaret savaşları salgının ortaya çıkıp hızlıca yayılmasındaki tedbirsizlik ve sorumsuzluk tartışmaları ekseninde diplomatik ve politik alana kayarken Donald Trump liderliğindeki ABD yönetimi salgın sürecinde bir hegemon güçten beklenen görevleri yerine getirmekten imtina ederek iç problemlerine yoğunlaşmıştır.[iv] Bunun yanında küresel salgın ortamında en önemli uluslararası örgüt olarak sivrilen Dünya Sağlık Örgütü’nü eleştiren hatta yer yer suçlayan açıklamalarıyla da ölümcül virüsle mücadeleyi akamete uğratmıştır. Keza ABD öteden beri uluslararası sistemde hegemon güç rolünü oynamaktan sıkılmış ve dünya çapında sorumluluklarını yerine getirmekten kaçınan küresel bir aktör profili çizmekteydi.
2001-Afganistan ve 2003-Irak işgallerini sözde “terörizme” karşı savaştığını beyan ederek haklı göstermeye çalışsa da uygulanan yöntemler ve dünya kamuoyunun hakkında bilgi sahibi olduğu ağır insan hakları ihlalleri ile Ortadoğu’da ve dünyanın çeşitli bölgelerinde meşruiyeti aşınan bir hegemon güç haline gelmiştir. Dolayısıyla Evanjelist ideolojinin hakim olduğu Bush idaresi altında önleyici savaş doktrinini (preventive war) benimseyen ABD’nin karşılaştığı yeni gerçek başta Ortadoğu’da olmak üzere dünya çapında “demokrasiyi götürmek” ilâhî misyonuyla süslenen operasyonların inandırıcılığını kaybetmesi ve anti-Amerikancılığın yükselişe geçmesi olmuştur.[v]
2011’de Kuzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyasında görülen yaygın halk hareketleri neticesinde gelişen toplumsal ve siyasal devrim dalgaları olan Arap Baharı esnasında gerekli ve yeterli refleksleri göstermeyen ABD, özellikle Barack Obama dönemi ile birlikte anılan bölgelerdeki askeri varlığını ve angajmanını azaltmaya gitmiş, Suriye Krizinde “kırmızı çizgiler” olarak nitelenen kimyasal silahların Doğu Guta’da kullanılarak 1400 sivilin ölümüne yol açmasına rağmen beklenen bir müdahale gerçekleşmemiştir.[vi] Aynı tepkisiz ve pasif durumu 2014-Libya Müdahalesinde de sergileyen uluslararası sistemin başat güç konumundaki aktörü ABD’nin bu durumu jeopolitik güç boşluklarının (power holes) doğmasına yol açmıştır.[vii]
Birçoğu küresel krizlerle ve dünya çatışma bölgeleriyle kesişen bu güç boşlukları ABD’ye alternatif olarak beliren küresel ve bölgesel aktörlerce doldurulmaya çalışılmıştır. Bu aktörler iç savaş ve çatışmaların hâkim olduğu istikrarsız ülkelerde boy göstererek vekil-savaş stratejilerini uygulamaya koymuş, çatışma bölgelerinde kendi güç ve etkinlikleri oranında alan-açma (area denial) politikaları izlemişlerdir. Bu durum ise özellikle anılan aktörlerin yoğun olarak bulunduğu Arap baharı ile sarsılan Ortadoğu’da Suriye, Libya ve Yemen merkezli krizlerin derinleşerek yıllara yayılmasına sebep olmuştur.[viii]
ABD’nin 2. Dünya Savaşı sonrasında başlayan ancak Soğuk savaşın bitimiyle etkileri daha güçlü hissedilen uluslararası sistemi domine eden hegemon rolü hakkında günümüzde birçok teorik ve metodolojik çalışma yapılmış ve yapılmaya devam etmektedir.[ix] Bu çalışmalarda bir kısım yazarlar 1991’den itibaren başlayan yeni dönemi ABD patronajlığında “tek-kutupluluk/unipolarity” olarak nitelerken, bir kısım akademisyen ve yazar ise ilerleyen yıllarda Avrupa Birliği (AB), Rusya Federasyonu, Hindistan, Brezilya, Türkiye, İran ve Mısır gibi küresel ve bölgesel aktörlerin uluslararası politikada artan güç ve etkinliğine referansla yeni dönemi “çok-kutupluluk/multipolarity” olarak nitelemişlerdir.
Yine bazı bilim adamları yeni dönem için “kutupsuzluk/non-polarity” kavramını kullanmayı tercih ederken Fareed Zakaria, Francis Fukuyama’nın ABD’nin SSCB karşısında kazandığı zaferi biricikleştiren “Tarihin Sonu” tezine tezat olarak dünyanın ekonomik ve politik ekseninin Atlantik’ten Asya-Pasifik bölgesine kaydığı iddialarını haklı çıkarır biçimde bir Amerikan-Sonrası Dünyaya (Post-American World) gidildiği savını ortaya atmıştır.[x] Gerçekten de bugünün dünyası 1991’dekine benzer bir biçimde birtakım ideologlar ve teorisyenler tarafından yeni kavramsallaştırmalarla isimlendirilmekte ve uluslararası sistemin radikal bir transformasyona uğradığından/uğrayacağından bahsedilmektedir.[xi] Korona sonrası dönem/korona sonrası dünya düzeni (Post-corona era/post-corona world) nitelemeleri bize Başkan G.W. Bush’un (Baba Bush) 1991-Kuveyt Krizi sonrasında ilân ettiği “Yeni Dünya Düzeni/New World Order” kavramını hatırlatsa da pandemi gerçeğiyle yüzleşen ve neticede dönüşerek değişen bir küresel siyasal sistemin varlığını tüm yönleriyle kabullenmek durumunda kalıyoruz.[xii]
Bu yeni sistemde hegemon/başat güç rolünü kimin oynayacağı sorusuna verilen cevaplar özellikle ekonomik ve ticari alanlardaki yükselmesiyle adından söz edilen Çin Halk Cumhuriyeti’ni işaret etmektedir. Ancak bu yükseliş ifade ettiğimiz gibi ekonomik, ticari ve diğer alanlarda geçerli iken ABD’nin kurduğu liberal uluslararası düzene alternatif geliştirecek bir Çin’in varlığından bahsetmemiz ise mümkün görünmemektedir.[xiii]
Çin’in uluslararası politik düzlemde kullandığı araçlar (Kuşak ve Yol Girişimi) neticede ekonomik ve ticari alanlarla ilişkili olduğu gibi Konfüçyüs Enstitüleri bağlamında araçsallaştırdığı yumuşak güç unsurları ise ABD-AB ortaklığına dayanan Batı Blokunun demokrasi, insan ve azınlık hakları, serbest pazar/piyasa ekonomisi gibi liberal değerleri karşısında geçerli bir evrensel kimlik ifade edemiyor. Bütün bunlara rağmen özellikle pandemi sürecinde Çin’in maske ve aşı diplomasisi ile Batı karşısında elini güçlendirdiği, ABD-Çin çekişmesinin Joe Biden döneminde de uluslararası politikanın gündemini meşgul edeceği tahmin edilmektedir.[xiv] Ortadoğu’daki askeri varlığını tedricen azaltmaya gidecek olan Washington yönetimi, çeşitli açılardan bir devamı niteliğinde olacağı iddia edilen Obama dönemi gibi asıl dikkat ve sıkletini Asya-Pasifik bölgesine yoğunlaştıracaktır.[xv]
Soğuk savaş sonrası dönemde rakipsiz ve alternatifsiz kalan Amerikan hegemonyasının Robert Cox’un tarif ettiği gibi neredeyse bir “dünya imparatorluğu” kurma noktasına gelen kudreti eski görkemini artık çok aratsa da ABD’nin hâlihazırda bir hiper-güç ya da en azından süpergüç konumunu devam ettirmekte olduğunu söyleyebiliriz. Ancak Roma İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu gibi tarihsel örneklerden hareketle ABD hegemon gücünün de ilelebet sürmeyeceğini ve elbet günün birinde dünyanın hâkim gücü pozisyonuna istemese de veda etmek zorunda kalacağını söyleyebiliriz. Bu tarihsel ve deneyimsel gerçeği bilimsel anlamda somutlaştırarak ifade eden George Modelski ortaya atmış olduğu “başat güç (dominant power)” teorisinde kabaca her 100 yılda bir dünya hegemonyasının el değiştireceğini ifade etmektedir.[xvi]
Dünya tarihine bakıldığında 15. Yüzyıldan günümüze kadar belli başlı devletlerin uluslararası alanda güç kazanarak uluslararası sistemde egemen konuma geldiği görülmüştür. Bu kapsamda 15. Yüzyılda Portekiz, 16. Yüzyılda İspanya, 17. Yüzyılda Fransa, 18. ve 19. yüzyıllarda da İngiltere (Büyük Britanya) hegemon güç konumuna erişmiştir. ABD ise özellikle 2. Dünya Savaşından sonra uluslararası alana aktif şekilde müdahil olarak hegemon güç konumuna erişmiş ve SSCB’nin 1990’ların başında yıkılmasıyla da rakipsiz ve alternatifsiz kalmıştır.[xvii]
Bu teoriden hareketle yaklaşık yüz yıl sürdüğü düşünülen global hegemonyanın ABD aleyhine giderek sonuna yaklaştığı söylenebilir. Esasen ABD’nin uluslar arası politikaya aktif entegrasyonu olarak 1945 tarihi gösterilse de ABD’nin bir devlet olarak tarih sahnesine çıkışı ve uluslararası alanda güç kazanmaya başlaması daha eskidir. ABD, 1898-İspanya İç Savaşıyla kazandığı büyük güç konumunu etkin bir şekilde kullanmaya sadece 2. Dünya savaşı ertesinde başlamıştır. Bunun öncesinde ABD 1. Dünya Savaşı sonrasında da Wilson Prensiplerini ilan ederek savaş sonrasında Milletler Cemiyeti’ni kurarak uluslararası politikaya norm-koyucu olarak birtakım müdahalelerde bulunmuş ancak Avrupa’da Versay düzeninin sağlanmasının ertesinde kendi kıtasına dönerek 1918’den itibaren klasik izolasyonist politikasını izlemeye devam etmiştir.
ABD’nin yalnızcılık politikasını kesin bir biçimde terk etmesi “uyuyan devin uyandırılması” olarak tabir edilen Pearl Harbour Baskınına ve İkinci Dünya Savaşında Mihver Devletlerinin kesin bir yenilgiye uğratılmasına rastlamaktadır. Bu nedenle ABD’nin uluslararası alana ilk müdahalesi olarak 1. Dünya savaşı sonrasını alırsak (1918) ABD hegemonyası 100 yıllık hegemon ömrünü çoktan doldurmuş bulunmaktadır. Ancak genel kanıya uyarak Pax Americana dönemini 1945 ile başlatırsak Amerikan hegemonyasının yaklaşık 20-25 yıllık bir vadesinin kaldığı ifade edilebilir. Burada Modelski’nin hegemon/başat güç rolü için biçtiği yüzer yıllık sürenin tam ve net bir zaman dilimi olmayıp yaklaşık bir ömrü ifade ettiğini de eklememiz gerekmektedir.
George Modelski’nin başat güç kuramını esas aldığımızda eriyen ABD hegemonyası karşısında yeni bir küresel sistemin ve yeni bir hegemon gücün doğacağı öngörülebilir. Bu alanda yapılan analizler daha önce de belirttiğimiz gibi Çin’i gösterse de kuramın devamında yer alan kriterler bu hususta bazı sorunlara işaret etmektedir. Öncelikle Modelski’nin kuramında mevcut hegemon gücün etkinliğine meydan okuyan bir rakip (challenger) ortaya çıktığı vakit hegemon gücün otoritesi sarsılmaya başlayacak ve neticede yaşanan büyük bir savaş neticesinde uluslararası sistem yeni bir nitelik kazanacaktır. Örneğin; İngiliz hegemonyasına Almanya meydan okumuş ancak her ikisi de bu mücadelede güçlerini tükettiklerinden aradan sıyrılan ABD hegemon güç niteliğini kazanmıştır.[xviii] Burada dikkat edilmesi gereken nokta yeni hegemon güç adayı olarak gösterilen Çin’in konumunu tespit etmemiz olacaktır.
Çin’i Amerikan hegemonyasına meydan okuyan rakip/challanger olarak niteleidğimiz vakit yeni hegemon güç adayı Çin olmayacaktır çünkü kurama göre çıkacak büyük bir mücadele ya da savaşta her iki aktör de egale olacağından aradan sivrilen bir başka küresel ya da bölgesel aktör hegemon güç olabilecektir. Ancak sözgelimi SSCB’nin yıkılışının ardında onun varisi olarak ortaya çıkan ve kısa zamanda toparlanarak uluslararası politikada sivrilmeye başlayan Rusya Federasyonu’nun Amerikan hegemonyasını eleştiren açıklama ve tutumlarından hareketle[xix] challenger olarak Rusya’yı nitelediğimizde bir ABD-RF mücadelesini beklememiz gerekmektedir. Çünkü Çin ancak böyle bir aşamada ortaya çıkabilecektir. Ne var ki Covid-19 öncesinde belki bir ölçüde Gürcistan ve Ukrayna Müdahaleleri bağlamında Rusya’ ya yönelen bir Batı tepkisinden söz edilebilse de hâlihazırda devam etmekte olan ticaret savaşları nedeniyle ABD ve Çin’in doğrudan karşı karşıya gelmeleri söz konusu olmuştur. Hatta bu karşı-karşıya gelme, pandemi sürecinde diğer boyutlarıyla (politik, diplomatik vb.) da daha güçlü bir şekilde ortaya çıkmaya başlamıştır.[xx]
Ayrıca Modelski’nin başat güç kuramını diğer ayrıntılarını Çin üzerinden okuduğumuzda beliren diğer soru işaretleri de mevcut veya aday hegemon gücün niteliğine ilişkin kriterler üzerinden şekillenmektedir. Bir hegemon gücün parası uluslararası alanda geçerli/konvertibl olmalı, dünyanın her yerinde üs ve müttefikleri bulunmalı, bölgesel kriz ve çatışmalara müdahale ederek etkinliğini göstermeli, nükleer silahlara sahip bulunmalı, devasa bir deniz gücüne sahip olmalı ve kendi kültür ve değerlerini bütün dünyaya yayarak bunu meşrulaştırması gerekmektedir. Bütün bu kriterleri hegemon güç adayı olarak gösterilen Çin üzerinden değerlendirdiğimizde büyük bir kapasite açığının bulunduğunu ayrıca kültürel değerlerinin evrenselliği ve meşruiyeti hususunda belirsizliklerin bulunduğunu ifade etmek lâzımdır.
Kısaca İkinci Dünya Savaşından itibaren oluşturduğu hegemonik yapı günümüzde artık aşınmaya başlayan ABD’nin güç, yetenek ve iradesini bu konumunu korumak ve sürdürmek için harcadığından artık kendini ve tükettiğini, hâlihazırda birçok küresel ve bölgesel alternatifinin belirdiğini söyleyebiliriz.[xxi] Bu konuda hegemon güç ya da başat güç rolünün tarihsel olarak yüzer yıllık dönemlerle el değiştirdiğini kuramsallaştırarak söyleyen George Modelski’ye referansla[xxii] ABD’nin zamansal olarak da bu konumunun sonuna yaklaştığı ifade edilebilir. Ancak bu noktada yeni hegemon güç adayı olarak gösterilen Çin’in ise korona sonrası yeni küresel sistemde veya düzende hegemon güç olabilmek için bütün boyutlarıyla açıklarının bulunduğunu da belirtmek gerekmektedir.
Kaynakça
[i] Leonid Grinin, Andrey Korotayev, Alisa Shishkina, Kira Meshcherina, Leonid Issaev, et al.. WORLD ORDER TRANSFORMATION AND SOCIOPOLITICAL DESTABILIZATION BASIC RESEARCH PROGRAM WORKING PAPERS SERIES: INTERNATIONAL RELATIONS. WORLD ORDER TRANSFORMATION AND SOCIOPOLITICAL DESTABILIZATION BASIC RESEARCH PROGRAM WORKING PAPERS SERIES: INTERNATIONAL RELATIONS, 2017, Moscow, Russia. pp.1-35. ffhprints-01774755
[ii] Özellikle 11 Eylül 2001 terör saldırılarından sonra ABD Başkanı Bush’un Avrupalı müttefiklerine yönelik “Ya bizimlesiniz, ya da onlarla (teröristlerle)” açıklaması başta Avrupa kıtası olmak üzere dünyayı sözde teröre karşı savaşta ABD ile birlikte olanlar ve operasyonlara destek verenler ile vermeyenler olmak üzere iki ayrı gruba/kampa ayırmaya zorlamıştır. bkz: Ronald D. Asmus, “Rebuilding the Atlantic Alliance”, Foreign Affairs, 01.10.2003, https://www.foreignaffairs.com/articles/europe/2003-09-01/rebuilding-the-atlantic-alliance (Erişim: 01.03.2021)
[iii] Burhanettin Duran, “Küresel Liderlik Eksikliği”, Kriter, Yıl: 4, Sayı: 5, (Nisan-2020): ss. 6-8.
[iv] Ed Yong, “How the Pandemic Defeated America?”, The Atlantic, 04.08.2020, https://www.theatlantic.com/magazine/archive/2020/09/coronavirus-american-failure/614191/ (Erişim: 01.03.2021)
[v] Sümer, Gültekin, “Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü”, Uluslararası İlişkiler, Cilt: 5, Sayı: 19, (Güz-2008), ss. 119-144.
[vi] Tayyar Arı, Geçmişten Günümüze Ortadoğu: Irak, İran, ABD, Petrol, Filistin Sorunu ve Arap Baharı, Cilt 2, (Bursa: Alfa Akademi Yayıncılık, 2017): 159.
[vii] Mehmet Babacan, “Türkiye’nin Yakın Çevresindeki Politik ve Askeri Aktivizminin Nedenleri: Türkiye Neden Böyle Hareket Ediyor?”, Uluslararası Politika Akademisi (UPA), 30.10.2020, http://politikaakademisi.org/2020/10/30/turkiyenin-yakin-cevresindeki-politik-ve-askeri-aktivizminin-nedenleri-turkiye-neden-boyle-hareket-ediyor/ (Erişim: 02.03.2021)
[viii] Neşe Kemiksiz, “Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Ortadoğu’da Gelişme Dinamikleri”, 11. Uluslararası Uludağ Uluslararası İlişkiler Kongresi Tam Metin Kitabı, ed. Tayyar Arı-Muzaffer Ercan Yılmaz. (Bursa: 2019), ss. 75-98.
[ix] bkz: Tayyar Arı, “Yeni Dünya Düzeni ve Global Güvenlik”, Toplum ve Ekonomi, No: 6, (Mayıs-1994), ss.157-170, Michael T. Klare, “The New Challenges to Global Security”, Current History, Vol. 92, No. 573, (April-1993), ss. 156-158, Ernest W. Lefever, “Reining in the UN”, Foreign Affairs, Vol. 72, No. 3, (Summer-1993), ss. 17-20, Gaddis Smith, “What Role for America”, Currnet History, Vol. 92, No. 573, (April-1993), s. 153.
[x] Fareed Zakaria, The Post-American World, (New York: W.W. Norton & Company, 2008).
[xi] Mehmet Öğütçü, “Is It Too Early To Speculate On A Post-Corona New World Order?”, UİK Panorama, 30 Mart 2020, https://www.uikpanorama.com/blog/2020/03/30/is-it-too-early-to-speculate-on-a-post-corona-new-world-order/ , (Erişim Tarihi: 04.03.2021)
[xii] Tarık Oğuzlu, “Covid-19 Sonrası Çağın Kodları”, Akademik Araştırma Enstitüsü (AAE), 07.04.2020, https://akademikarastirma.org/covid-19/ (Erişim: 03.03.2021)
[xiii] Murat Yeşiltaş ve Ferhat Pirinççi, Küresel Dönüşüm Sürecinde Türkiye’nin Büyük Stratejisi, (İstanbul: SETA, 2020), ss.38-41.
[xiv] Salvatore Babones, “China Is Losing Influence-and That Makes It Dangerous”, Foreign Policy, 03.03.2021, https://foreignpolicy.com/2021/03/03/china-losing-influence-biden-should-do-nothing/ (Erişim: 04.03.2021)
[xv] Paulina Song, “Will U.S.-China Competition Divide South Asia Along Great Power Fault Lines?”, Foreign Policy Research Institute (FPRI), 23.02.2021, https://www.fpri.org/article/2021/02/will-u-s-china-competition-divide-south-asia-along-great-power-fault-lines/ (Erişim: 04.03.2021)
[xvi] Oral Sander, Siyasi Tarih: İlkçağlardan 1918’e, 33. Baskı, (Ankara: İmge Kitabevi, 2020), s. 96.
[xvii] İlhan Uzgel, “Hegemon Güç” kutusu, Türk Dış Politikası: Kurutuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar”, Baskın Oran (ed.), Cilt 1: 1919-1980, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2005), s. 31.
[xviii] Uzgel, a.g.e.
[xix] Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 10 Şubat 2007 tarihinde 43. Münih Güvenlik Konferansında yaptığı konuşmada tek kutuplu bir dünyanın demokrasiye, ahlâka ve hukuka aykırı olması dolayısıyla Amerikan hegemonyasının ve tek-taraflı davranışlarının kabul edilemez olduğunu ifade etmiştir. Konuşmanın tam metni için bkz: http://en.kremlin.ru/events/president/transcripts/24034 (Erişim: 04.03.2021)
[xx] “Trump’ın ‘Çin virüsü’ sözüne Çin’den ağır cavap”, NTV, 17.03.2020, https://www.ntv.com.tr/galeri/dunya/trumpin-cin-virusu-sozune-cinden-agir-cevap,SzEm4IczXk6aPR4DVifzAA (Erişim: 05.03.2021)
[xxi] Uzgel, a.g.e.
[xxii] Kuram hakkında ayrıntılı bilgi için: George Modelski, “The Long Cycle of Global Politics and the Nation-State”, Comparative Studies in History and Society, Vol. 20, No. 2, (April-1978), ss. 214-235.
*Bursa Uludağ Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı Doktora Öğrencisi ve YÖK 100/2000 Proje Asistanı