Amerikan İstisnacılığı

Tarihte birçok millet, egemenlik sınırlarını genişletmek ve hükümranlığını sürdürebilmek için çeşitli yollara başvurmuştur. Bu bağlamda bazı milletler kendilerini diğer milletlerin üzerinde görmüş ve bunu bir kısım tarihi olaylara dahi bağlama yoluna gitmiştir. Bu anlamda bir kısım efsaneler de türetilmiş, bir kısım tarihsel iddialarda bulunulmuştur.

Sözgelimi Türk geleneğinde bu düşünce “Kızıl Elma” veya “Nizam-ı Âlem” kavramları ile kendini gösterirken, Ruslarda “Avrasyacılık”, Çinlilerde “Orta Krallık”, Yahudilerde “Arzı Mevud”, İngilizlerde “Commonwealth” şeklinde kendisini göstermiştir. Bu “seçilmiş millet” veya “üstün ırk” gidi düşünceler, dini söylemlerle de desteklenerek o ülke liderlerinin halkları üzerinde motivasyon gücü elde etmelerini sağlamıştır. Bu ise bu ülkeleri tarih boyunca her türlü çatışma savaşa girme konusunda itici bir güç olmuştur.

Tarihi kökeni, sayılan ulusların tamamından çok daha yeni olan ve ancak 18. yüzyılda bağımsızlığını kazanmış olan Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) de yine böylesi bir düşünce oluşmuştur. ABD, tarihi köken itibariyle çok genç bir devlet olmasına rağmen, dünyada demokrasi ve insan hakları konusunda diğer uluslara öncülük etmiş bir ülkedir. Zaten ABD’nin kendisine biçtiği rol de bu noktadandır. ABD, demokrasi ve barış kültürünü -kendi adına- içselleştirdiğine inandığı için, kendisine tarihsel olarak kaçınılmaz bir şekilde dünyaya demokrasi ve barış ihraç etme misyonu yüklemiştir.

İlk defa “Manifest Destiny” (Kaçınılmaz/Açık Kader) olarak tanımlanan bu misyon, 19. Yüzyılın ilk yarısında ABD’nin Kuzey Amerika kıtasına yayılarak buradaki yerli halka “demokrasi ve barış” götürmesini amaçlamıştır. Bu kavram ilk olarak 1839 yılında John L. O’Sullivan’ın yazdığı bir makalede geçmiştir. Buna göre ABD’nin Kuzey Amerika’da doğal bir genişleme hakkı bulunmaktaydı. ABD bu hakkı bizzat “Tanrı”dan almaktaydı. Dolayısıyla bu ABD için kutsal bir görevdi. [1]

ABD’nin “Tanrı tarafından görevlendirildiği” düşüncesi, önceleri ülkenin kıtanın geri kalanına yayılmasına katkı sağladı. Ancak devamında bu düşünce, ABD’nin dünyanın geri kalan kısmına da özgürlük ve demokrasi götürme görevi olduğu şekline doğru evrildi.[2]

ABD’nin kuruluş yıllarında kıta boyunca ülkenin genişlemesini sağlayan temel düşüncelerden bir tanesi olan bu kaderci görüş, ilerleyen yıllarda genel bir anlayış haline gelmiştir. Bu anlayış ABD’yi yönetenlerin bir kısmı tarafından günümüzde dahi kabul gören bir anlayıştır. 2001’de ABD’nin Başkan Bush liderliğinde teröre karşı başlattığı küresel mücadeledeki temel motivasyon, işte bu Açık Kader anlayışının 21. yüzyıla bir yansımasıdır.

ABD’nin kuruluş yıllarındaki bu tür motivasyonlar, zamanla diğer bir kısım koşulların da etkisiyle ABD’yi yönetenlerin ve halkın dünyanın geri kalanından farklı oldukları, hatta “seçilmiş” bir ulus oldukları düşüncesinin doğmasına zemin hazırlamıştır.

Gerçekten de ABD’nin dünyanın geri kalanından coğrafi olarak bağımsız veya tecrit edilmiş olmasının etkisi, ülkenin kurulduğu tarihten itibaren demokrasi, insan hakları ve özgürlükler gibi değerlerle yönetilmesi, ülke halkının dünyanın geri kalanına karşı ilgisiz olması bu ülkeyi dünyanın geri kalanından birçok noktada farklı kılmıştır. Temel ölçü birimleri başta olmak üzere, eğitim sistemi, yönetim sistemi gibi birçok konuda ABD dünyanın geri kalanından, hatta bir dönem bir parçası olduğu Anglo-Sakson kültürden dahi farklı bir yerde durduğu bir gerçektir.

Kısaca ‘Amerikan İstisnacılığı’ (American Exceptionalism) olarak adlandırılan bu durum, ABD’nin dünyanın geri kalanından çok farklı ve hatta çok üstün olduğu düşüncesine dayanmaktadır. Buna göre ABD köken itibariyle eşsiz bir ulustur ve bu ulus tarihsel olarak geçirdiği aşamalar sayesinde eşi ve benzeri görülmemiş siyasi ve dini kurumlar oluşturarak diğer tüm uluslardan çok farklı bir ulusal ruh ortaya çıkarmıştır.

Bu yaklaşım diğer birçok alanda olmakla beraber özellikle ABD’nin diğer ülkelerle ilişkilerini ifade eden dış politika kulvarında etkisini çok bariz göstermektedir. Bu yaklaşım, yukarıda ifade edildiği gibi ABD’nin küresel hakimiyetini gerçekleştirmesi ve bu konumunu korumasında son derece etkili olmaktadır.

Amerikan İstisnacılığının bir neticesi olarak ABD’yi yöneten insanların, dünyanın geri kalan ülkelerinin yapmış olduğu anlaşma ve benzeri çabaları çoğu zaman görmezden gelmesi gösterilebilir. Bu bağlamda ABD’nin önemli kurumlarının, özellikle Kongre’nin uluslar arası ve çok taraflı bir kısım düzenlemelere kaygı ve şüphe ile yaklaşarak ABD’nin böylesi oluşumlara ve anlaşmalara katılmasını engelledikleri görülür. Bu anlayış çerçevesinde ABD’nin uluslar arası alanda birçok ülkenin bir araya gelerek yaptığı bazı anlaşmaları hiçe saymasının birçok örneği bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler’in aldığı birçok karar, Kyoto Protokolü, Deniz Hukuku Sözleşmesi gibi birçok uluslar arası anlaşmayı bu yaklaşımın bir neticesi olarak ABD henüz imzamamıştır.

Son dönemde Amerikan İstisnacılığının en etkin bir şekilde kullanıldığı ve bir anlamda Soğuk Savaş sonrası dönemde yeniden canlandığı dönem, hiç kuşkusuz George Walker Bush’un başkanlık dönemleri olmuştur. Bu dönemde Neo-Con (Yeni Muhafazakar) olarak nitelenen “şahin” kanadın ABD yönetiminde etkili olduğu bir gerçektir. Neo-Con’ların ise üzerinde durduğu en önemli ilkelerden bir tanesi Amerikan İstisnacılığı olmuştur. Amerikan İstisnacılığının bir tezahürü olarak Bush’un bu dönemde öne sürdüğü “önleyici savaş” doktrini, ABD’nin uluslar arası hukuku hiçe sayar bir şekilde istediği gibi hareket etmesini sağlamıştır.

Yine George Walker Bush döneminde önce Ulusal Güvenlik Danışmanlığı, ardından da Dışişleri Bakanlığı görevlerini yürütmüş olan Condoleezza Rice’ın[3] ”Tarih boyunca ABD her zaman doğru tarafta olduğu için ulusal güvenliğini sağlarken uluslar arası kanun ve kuralları ya da Birleşmiş Milletler gibi kurumları dikkate almak gibi bir zorunluluk içinde değildir” şeklindeki beyanatı da Amerikan İstisnacılığının bir göstergesidir.[4]

Amerikan İstisnacılığı, ABD’nin önce kıtasal, ardından da küresel hegemonyasını kurma adına başvurduğu bir ideolojidir. Özellikle 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra ABD’nin Orta Doğu bölgesine “demokrasi ve barış” getireceğini söylemesi, kendi içinde ciddi bir çelişkiyi de getirmiştir. 2001 yılında Afganistan ve 2003 yılında da Irak’a yapılan saldırılar, bir işgal olarak değil, özellikle Amerikan kamuoyuna, bu ülkelere “demokrasi ve barış” getirme adına yapılan operasyonlar olarak sunulmuştur. Halbuki gelinen noktada bu ülkelerde yaşanan can kayıpları ve geri dönüşü pek de mümkün görülmeyen alt yapı tahribatı, ABD’nin bu ülkelere “demokrasi ve barış”ı ne kadar getirebildiğinin sorgulanmasına yol açmıştır.

ABD’nin kendisini dünya üzerinde “demokrasi ve barış”ın merkezi olarak görmesi ve bu kavramları dünyanın geri kalanına götürme noktasında kendisini sorumlu olarak addetmesi hususuna, İslam’ın kutsal kitabı Kuran-ı Kerim’den bir örnek vermek gerekirse, herhalde şu ayetler konuyu çok net bir şekilde anlatmaktadır:

“Onlara: “Yeryüzünde fesat çıkarmayın” denildiğinde, “Biz ancak sulh (barış) getiricileriz” derler. Hâlbuki onlar, yeryüzünü fesada uğratanların ta kendileridir, fakat bilmezler!”[5]

Kaynakça

[1] O’Sullivan, John L. (1839). The United States Democratic Review., Volume 6, Issue 23., Nov., pp. 426-430. http://www.durmushocaoglu.com/data/kutuphane/17_The_Great_Nation_of_Futurity.pdf.

[2] Şener, Bülent. (2014). Uluslararası İlişkilerde Hegemonya Olgusu ve ABD Hegemonyasının Siyasal ve Kültürel Kaynağı: “Amerikan İstisnacılığı” ya da “Açık/Kaçınılmaz Yazgı”, International Journal of Social Science, Number: 26, p. 411.

[3] Rice’ın Amerikan İstisnacılığı üzerine yaptığı birçok konuşma bulunmaktadır. Bunlardan birkaçı için bkz. https://2001-2009.state.gov/secretary/rm/2005/48328.htm, http://www.americanrhetoric.com/speeches/convention2012/condoleezzarice2012rnc.htm, http://www.businessinsider.com/condoleezza-rice-rnc-speech-reaffirmed-american-exceptionalism-2012-8,

[4] Blum, William. (2013). Emperyalizmin En Ölümcül Silahı Demokrasi Yalanı, (çev. Ekin Duru), İstanbul, s.351.

[5] Bakara Suresi, 2/11-12.